Çalışma kamplarını yaratan, kapitalist sömürüyü ve baskıyı en ileri boyutlarına kadar devam ettiren bir sistem; sırf “kızıl bayrak”lı simgeler taşıyor diye sosyalist olarak kabul edilemez.
Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku yıkılalı neredeyse çeyrek yüzyıl oldu. O günden bugüne dünya değişti, ama Sovyet Rusyası ve stalinizmin doğası üzerine yürütülen tartışmalar neredeyse her dönemeçte karşımıza çıkıyor: İster dünya çapındaki ekonomik kriz ortamı veya Ortadoğu’nun içinde bulunduğu durum olsun, isterse küçük bir direniş veya grev olsun.
Kapitalist sistemin savunucuları Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonra “tarihin sonu”nu ilan etmişlerdi. Onlara göre “komünizm” yıkılmış ve kapitalizm ve “serbest piyasa” galip gelmişti. Bu argüman içinde yaşadığımız dünyanın hiç de güllük gülistanlık olmadığını, yaşadığımız sorunların çoğununun kaynağının bu “zengin sever” sistem olduğunu düşünen pek çok kişiyi etkiledi ve etkilemeye devam ediyor.
Tony Cliff ta 1948 yılında yayımladığı Stalinist Rusya’nın Doğası ismini taşıyan ve bu kitabın da temelini oluşturan kitapçıkla birlikte başka bir pencere açtı. Stalinist Rusya’yı ve Doğu Bloku ülkelerini marksist bakış açısıyla ele aldı ve ulaştığı sonuç şu: “SSCB dört yalandan oluşur: Sovyet, Sosyalist, Cumhuriyetler, Birliği”
Kitabı buradan indirip okuyabilirsiniz
TÜRKÇE BASIMA ÖNSÖZ
Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerinde olaylar öylesine hızlı gelişmekte ki, bu olayları özetleyip belgelemeye çalışmak önsözün daha matbaaya varmadan bayatlaması demek olur. Bunun yerine, ben 1948 yılında geliştirmeye başladığım bürokratik devlet kapitalizmi teorisinin bugünkü geçerliliği üzerine birkaç söz söylemekle yetineceğim.
Sovyetler Birliği hakkında dünyada şu veya bu ölçüde yaygın olarak kabul gören teorileri üçe ayırmak mümkün: geleneksel Troçkist hareketin “dejenere” veya “yozlaşmış” işçi devleti teorisi; çeşitli “kapitalizm sonrası toplum” teorileri; ve tabii, Sovyetler Birliği’nin sosyalist olduğu doğrultusundaki teoriler.
Bunlardan üçüncüsünün üzerinde uzun boylu durmaya gerek yok. Artık Sovyetler Birliği’ndeki egemen sınıf ve dünyanın geri kalanındaki Komünist Partileri bile bu iddiayı ciddiyetle savunmuyorlar. Nasıl savunabilirler ki! Çavuşesku gibi bir lider hangi sosyalizm anlayışına sığdırılabilir? Sekuritat gibi bir polis teşkilatı işçi sınıfının iktidarı ile nasıl bağdaştınlabilir? Sosyalizmin inşasının yetmişinci yılında azılı bir miliyetçiliğin hâlâ yaşıyor olması nasıl izah edilebilir? Onbinlerce vasıflı sanayi işçisinin ilk fırsatta sosyalist bir ülkeden kapitalist bir ülkeye akın etmesi nasıl anlaşılabilir?
Uluslararası resmi komünist hareket, bu gelişmeleri kendi teorik çerçevesi bağlamında açıklayamadığı gibi, üstelik karamsarlığa kapılmış ve demoralize olmuştur. Marksizm’in özünü onyıllar önce terket-miş olan bu hareket, artık sözünü de terketmektedir. Romanya’yı sosyalist olarak görmüş olan bir hareket için bu kaçınılmazdır. Romanya sosyalist idi ise, sosyalizm gerçekten de insanlığın kurtuluşu için bir anlam ifade edemez. Resmi komünist ülkeler de açıkça sosyal demokrat partiler olma çabası içine girmişlerdir.
Geleneksel Troçkist hareketin “dejenere işçi devleti” teorisi de Sovyetler Birliği’ndeki gelişmeleri açıklayabilmekten aynı ölçüde uzaktır. Sovyetler’in sosyalist olduğunu savunan teoriler gibi, işçi devleti teorisi de Sovyetler Birliği ekonomisinin kapitalizmden üstün olduğunu, krizlerden muaf olarak kesintisiz ve hızlı bir şekilde büyüyeceğini savunur. Örneğin, Dördüncü Enternasyonal’in teorisyenlerinden Ernest Mandel 1956 yılında şöyle yazmıştır: “Sovyetler Birliği bir plandan diğerine, bir onyıldan diğerine, geçmişin gelişmeleri geleceğin olanaklarını kösteklemeden, şu veya bu ölçüde düzenli bir ekonomik büyüme temposu tutturmaktadır.” (Quatrîeme International, 14, 1-3) Mandel, 1978 tarihli kitabında da Doğu Avrupa ülkelerinin ekonomik büyüme hızının bu ülkelerin “kapitalist olmayan niteliğinin” ve kapitalist piyasa ekonomisi karşısındaki “nitel üstünlüğünü” kanıtladığını yazıyordu. Aynı kitapta, bu ülkelerin ekonomilerinin “durgunluklardan ve büyük ekonomik dalgalanmalardan, işsizlikten kaçınabilme yeteneğini” anlatıyordu (La Crise, 1978, s. 161-5). Dejenere işçi devleti teorisi Sovyetler Birliği ekonomisinin 1970’lerin son yıllarında içine girdiği derin ekonomik krizi açıklayamayacağı gibi, krizin niye o dönemde başladığını da izah edemez.
Mandel şimdi “tüm Sovyet ekonomisinin herhangi bir ekonomik mantıktan” yoksun olduğunu, çünkü bürokrasinin “maddi ayrıcalıklarını ekonomik sistemin tutarlı gelişmesi (yani yeniden üretimi) üzerine oturtamadığını” savunmaktadır (Beyond Perestroika, 1989, s. 34). Herhangi bir ekonomik mantıktan yoksun bir toplumdaki gelişmeleri izah edebilmek, öngörebilmek ve dolayısıyla da sınıf mücadelesine bu doğrultuda müdahale etmek elbette ki mümkün değildir.
Sovyetler Birliği’nin “kapitalizm sonrası” bir toplum olduğunu savunan teorilerin taraftarları, ister Mandel olsun, ister Bruno Rizzi, Hil-lel Ticktin, Rudolf Bahro veya Boris Kagarlitski olsun, 1970’lere kadar Sovyetler’in kesintisiz gelişmesini vurgularken, şimdi bu sistemin durağanlığını, ekonomik mantıksızlığını, ziyankârlığını vurgulamaktadırlar. Oysa, CIA verilerine göre bile, Doğu Bloğu’nun en geri iki ülkesi olan Bulgaristan ve Romanya’da büyüme oranları 1948-68 döneminde yılda ortalama %6 ve %7 olmuştur. Sovyetler Birliği ekonomisi 1970’li yıllarda bile, Batı Avrupa ekonomilerinden geri kalmayarak yılda ortalama %2.6 oranında büyümüştür. Bunu “ekonomik mantıksızlık” çerçevesinde izah etmek mümkün değildir.
Sovyetler Birliği’ndeki gelişmelere ışık tutacak bir teorinin, hem Sovyet ekonomisinin 1970’li yılların sonuna kadar yaşadığı hızlı gelişmeyi, hem de bu yıllarda içine girdiği derin ekonomik krizi açıklayabilmesi gereklidir. Devlet kapitalizmi teorisi Sovyet ekonomisinin hem hızlı gelişmesini hem krizini tutarlı bir şekilde anlayabilmemiz için gerekli çerçeveyi sunmaktadır.
Devlet kapitalizmi teorisinin siyasi işlevi ise kanımca daha da önemli. Stalinizm’in can çekişmesi ile birlikte, 60 yıldır Marksizm’i Stalinist bir mercekten yorumlayan dünya sosyalist hareketi allak bullak olmuştur. “Marksizm öldü” nidaları burjuvazinin sözcüleri kadar Komünist Partileri tarafından da haykırılmaktadır. Sosyalizmin “tarihsel bir yanılgı” olduğunu kapitalist basın kadar Komünist Parti sözcüleri de anlatmaktadır. Gerçekten de, sosyalizmi bir bürokrasinin iktidarı olarak görenler için sosyalizm ölmüştür. Ancak, Stalinizm’in ölmesi sonucu, dünya işçilerinin hızla Marksizm ve Leninizm’in temel ilkelerine tekrar sahip çıkacaklarını bekleyemeyiz. Doğu Avrupa’da yeni bir devrimler çağının müjdelendiği günümüzde, dünya işçi sınıfı sosyalizmi Çavuşesku ile eşitlemektedir.
Bu durumda, tüm dünyada sosyalistlere ağır görevler düşmektedir. Stalinizm’in sistematik bir şekilde eleştirilmesi, 1917 Sovyet Devrimi’ni yenilgiye uğratan karşı devrimin ayrıntılarıyla anlatılması, Marksizm’in temel ilkelerinin tekrar tekrar vurgulanması gerekmektedir. Bu görevi başarıyla yerine getirmenin ön koşullarından biri ise, Sovyet Devrimi’ni, Stalinist karşı devrimi ve bunun sonuçlarını olanca netliği ile izah edebilmektir. Devlet kapitalizmi teorisi işte bunun aracıdır. Bu teori aracılığıyla Ekim Devrimi’nin bir proletarya devrimi olduğunu, 1920’lerin ikinci yarısında yenilgiye uğradığını, işçi sınıfının iktidardan uzaklaştırılarak yerine bürokrasinin iktidarının kurulduğunu izah etmek mümkündür. Sosyalizmin işçi sınıfının kendi eseri olacağını savunmak isteyen sosyalistler için devlet kapitalizmi teorisi güçlü bir silahtır.
Tony Cliff, Mart 1990