21. Yüzyılda Küresel Şehirler, Küresel İşçiler

Mike Haynes

Bir işçi dünyasında yaşıyoruz. Son kuşakta küresel toplumsal değişim, tarih­te ilk kez işçilerin çoğunluk sınıf haline geldiğini göstermiştir. 1970-2010 arasın­da, ileri ülkelerde işçilerin sayısı 300 küsur milyondan 500 milyona çıkmışken, yoksul ülkelerde sayıları doğrudan bakmakla yükümlü oldukları dâhil 1,1 mil­yardan 2,5-3 milyara yükselmişti. Tabii ki toplumsal ilişkiler karmaşıktır ama bu basit olgu önemlidir. Artık dünya nüfusunun çoğunluğu köylü üretimiyle hatta daha ilkel tarım biçimleriyle uğraşmıyor. Ayrıca tarihte ilk kez bir kentler dünya­sında yaşıyoruz. Son on yılda küresel dengenin ağırlığı kırsal bölgelerin aleyhine belli ölçülerde şehirlere kaymıştır. Elbette şehirdeki toplumsal ilişkiler de karma­şıktır ama tekrarlarsak, kasaba ve şehrin merkezi rolünü ortaya koyan bu temel ol­gu önemlidir. Bu makalenin amacı, hem iddialı hem de sınırlı bir biçimde bu iki noktaya odaklanmaktır. Makale, eğilimleri bir tek ülke ya da bölgeden çok yer­küre perspektifiyle belirlemeye çalışması anlamında iddialıdır. Büyük teorik id­dialar öne sürmekten çok, daha derin bir analizin üzerinde inşa edilebileceği bir kısım veriler, belirtiler ve önerileri bir araya getirmeye çalışmasıyla da sınırlıdır.

2011 sonbaharında 7 milyarı geçecek olan dünya nüfusu – Monako ya da Andorra gibi küçük nüfus ve yüzölçümleri olan – mikro devletleri ve yüzölçümü açısından Rusya ya da nüfus açısından Çin (1,3 milyar) ve Hindistan (1,2 milyar) gibi dev devletleri içine alan 200’den fazla devlete bölünmüştür. Dünyada olup bi­ten her şeyden de bu devletler sorumludur. Birleşmiş Milletler ve Dünya Banka­sı gibi kurumların derlediği istatistikler, nicelik ve nitelik yönünden kendi içlerinde farklılık gösteren ulusal istatistiklere dayanır. Bu nedenle, küresel verilerde eği­lim -istatistiği tahmin ve varsayımlarla birleştiren- yüksek hata payına sahip olmalarıdır.1 Ama biz megatrendlerle ilgilendiğimizden, bazı hata payları +/- yüzde 10 gibi yüksek oranlara ulaştığı için marjinal farklılıklara aşırı vurgu yapılmama­sı koşuluyla, bu çok büyük bir sorun yaratmamalı. Ama bu her türlü analizin eği­lim olarak ham olması anlamına da gelir. En ileri ülkeler ve bölgeler için, iş ve meslek anketleri gibi şeylere dayalı az çok gelişmiş bir sınıf analizi, gerçekte an­cak ulusal çapta yapılabilir. Küresel analiz düzeyinde, nüfusun kırlara ve kentle­re ya da ekonominin farklı sektörlerine dağılımı gibi daha temel göstergelere bel bağlamak zorundayız. Gene de aydınlatıcı bir şeyler büyük süreçler hakkında dü­şünmekle elde edilebilir.

Bu koşullarda, önce küresel kentleşme modelini kuracağız. Sonra da şehir­lerin nasıl büyüdüğüne göz atacağız. Buradan -özellikle gelişmekte olan dünya­da- kent hayatının doğası ve küresel kapitalizmdeki süreçlerle ilişkisi konusuna geçebiliriz. Ardından, en sonunda işçi sınıfı örgütlenmesinin küresel modeli ko­nusuna el atmadan önce kırsal bölgeleri ve bu bölgelerin küresel ekonomik siste­me ne kadar sıkı bağlandıklarını kısaca ele alabiliriz.

Küresel Kentleşme

Tablo 1, dünya nüfusunun son iki yüzyılda bölgesel farklılaşmayla birlikte kentleşmiş olduğunu gösteriyor. Kentleşme kapitalist kalkınma modeliyle yakın bir ilişki içindedir. Prekapitalist toplumlarda kent merkezleri kural değil her zaman istisnaydı. Bu nedenle, bir ölçüde kapitalist kalkınma modelini ve özellikle endüst­riyel kalkınmayı izleyen kentleşme modeli, geç 18. Yüzyıl ve erken 19. Yüzyıl­da Batı Avrupa’daki ve Amerika Birleşik Devletleri’nin doğu kıyısındaki üssünden yayılmıştır. Tablo 1 ‘de, bu Avrupa (özellikle Batı Avrupa), Kuzey Ame­rika ve Okyanusya’da şehrin nispeten erken hâkimiyetine yansımıştır. İçlerinde en erken gelişeni, 1851 nüfus sayımına göre yüzde 50 olan şehir nüfusuyla dünya­nın ilk kent ağırlıklı toplumu olduğu ortaya çıkan Birleşik Krallık’tı. 1914’ün he­men öncesinde Almanya onu izleyen ikinci büyük ekonomiydi.

haynes1Tablo 1: Bölgeler göre kentlerin yüzdelik payları (Kaynak: BM Kentsel Nüfus Projeksiyonları2)

 

 

 

 

 

İleri dünyada devrin insanlarına 19. yüzyıl şehirler çağıymış gibi görünmek­le birlikte, küresel olarak şehirler hâlâ kural değil büyük ölçüde istisnaydı.3 Tab­lo 1, 20. yüzyılda kıtanın ekonomik durumundaki iniş çıkışlara karşın, Latin Amerika’nın kentleşme yoluna girmeye başladığını gösterir. Bugün Avrupa, Ku­zey Amerika, Okyanusya ve Latin Amerika bütünüyle o kadar çok kentleşmiştir ki gelecekte kentlerin payında ancak sınırlı bir değişiklik olurken, gene de muh­temelen şehirlerin örgütlenme tarzında daha büyük değişiklikler görülecektir. Bü­yük değişikliği gördüğümüz yerler Afrika ve Asya’dır. Tablo 1, 20. Yüzyılın ilk yarısında bir artış olmakla birlikte, bu kıtalarda kentlere geçişin gerçekte 20. Yüz­yılın ikinci yarısında başladığını ve bir erken 21. Yüzyıl görüngüsü olarak hızla devam ettiğini gösterir. Bundan en fazla etkilenenler dünyada en kalabalık nüfu­sa sahip iki ülkedir. Örneğin, Çin’de kentsel nüfus 1950’de sadece yüzde 12,5 i­ken 2000’de yüzde 36’ydı; 2030’da yüzde 60 olacağı tahmin ediliyor. 1950’de yüzde 17,3 kentsel nüfusuyla Hindistan Çin’in önündeyken, daha yavaş gelişme gösteren kentsel nüfus 1981’de yüzde 23’e, 2000’de ise yüzde 29’a çıkmıştır. Ra­kamın 2030’da yüzde 40’ı aşacağı tahmin ediliyor. Sahraaltı Afrika da hızla kent- leşiyor – 1990’da yaklaşık yüzde 28’den 2010’da yüzde 37’ye yükselen kentsel nüfusun 2025’te muhtemelen yüzde 45’e yükseleceği tahmin ediliyor.4

Bölgesel rakamlarda ufak bir yanılma payı var çünkü dünya nüfusunun ço­ğu Latin Amerika (yüzde 5), Afrika (yüzde 12) ve en başta Asya’da (yüzde 60) yaşar. En yüksek kentsel nüfus payına sahip olan ileri ülkelerde, 1950’de dünya kentsel nüfusunun yarısından fazlası yaşıyordu. Ama 1980’lerin başında dünya kentsel nüfusunun çoğu, şimdiden bazılarının kullandığı deyimle “Küresel Gü- ney”de, fiilen az gelişmiş ülkelerde yaşamaktaydı. Bugün kentlerde ikamet eden­lerin sadece yüzde 28 kadarı ileri ülkelerde yaşarken, 2030’a geldiğimizde rakam yüzde 17’ye düşecek. “Güney”de şehirlerde ikamet edenlerin (ve potansiyel işçi­lerin) bu yoğunlaşması devam ediyor. Bunun önemli bir göstergesi, dünyanın me- gaşehirlerini listeleyen Tablo 2’de görülebilir. Megaşehir nüfusu 10 milyonu aşan şehir olarak tanımlanır. 1950’de tek megaşehir vardı: New York. 2000’e gelindi­ğinde, 11’i gelişmekte olan dünyada yer alan 17 megaşehir bulunuyordu; 2015’te sayının 21 olacağı tahmin ediliyor. 1976’da Asya’da iki megaşehir varken, 2000’de 17 megaşehirin 10 tanesi bu kıtadaydı. Bu megaşehirlerin nüfusunu ve­ren Tablo 2’den sadece bunların sayılarının değil, büyüklüklerinin de arttığı gö­rülebilir – gerçekten de büyüme hızı o kadar fazladır ki bu verilerin büyük bölümü sadece yaklaşık olabilir.

Ama megaşehirlerin büyümesi ne kadar şaşırtıcı olursa olsun, dünya nüfusu­nun çoğunluğu küresel ekonomiyle doğrudan ilişkisi belki daha az olan ve dün­ya medyasının dikkatini çekenlerden muhtemelen çok daha keskin sorunlar yaşa­yan küçük şehir ve kasabalarda yaşar. Örneğin, 1950’de nüfusu 1 milyonu aşan 86 şehir varken, 2010’a gelindiğinde bu sayı belki 500’ü geçmişti. Bunların altın­da da dünyanın toplam kentsel nüfusunun yüzde 60’ını oluşturan nüfusu on bin­ler ve yüz binleri bulan çok daha fazla sayıda kasaba ve şehir vardı.5

haynes2Tablo 2: Küresel megaşehirlerin doğuşu (milyon nüfus olarak –  Kaynak:BM Dünya Kentleşme Beklentileri, 2009 Revizyonu)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Şehirler Nasıl Büyüyor?

Her gün dünyanın şehir ve kasabalarının nüfusuna yaklaşık 200.000 kişi ek­leniyor. Bu ayda 5 milyon ya da yılda 60 milyon demektir -19. yüzyılın tamamın­da Avrupa’nın kentsel nüfusuna eklenen 45 milyondan fazlası bir yılda eklenmiştir. Kentsel nüfus artışı ya -doğum oranının ölüm oranını aşmasıyla- do­ğal yolla artışla ya göçler veya şehirlerin komşu birimleri içine çekerek etrafinda- ki kırsal bölgeyi kaplayan dışa doğru genişlemesiyle gerçekleşir. 19. yüzyılda kasabalar salgın hastalıkların başlıca merkezleriydi; genelde çok uzun dönemler boyunca buralarda ölüm oranları doğum oranlarından yüksekti. Bu nedenle, artış en başta gerek bir ülkede gerekse (örneğin, Amerika Birleşik Devletleri’nde ol­duğu gibi) uluslararası sınırlar ya da denizleri aşan kırdan kente göçlere bağlana­bilirdi. Bugün, kentsel ölüm oranları özellikle yoksullar için hâlâ çok yüksek düzeylerde seyretmekle birlikte, bütün dünyada kentlerde sağlık koşulları çok da­ha iyidir. Ama doğurganlık dönemindeki genç nüfusta, birçok kent merkezinde ar­tışta doğal artışın daha önemli bir rolü vardır. Oysa özellikle sanayileşmenin ilk evrelerinde, hâlâ önem taşıyan ve en çok öne çıkan kırdan şehre ve küçük mer­kezlerden daha büyüklerine göçtü. Küresel çapta kırdan şehre günlük göçün 150.000 kişi olduğu tahmin ediliyor. Neden? Bu konuda en kaba düşünce yolu it­me ve çekme baskıları açısından düşünmektir. İnsanlar yoksulluk koşulları yü­zünden kırsal bölgelerden dışa itilir ve daha iyi bir yaşam ümidiyle şehirlerin çekiciliğine kapılırlar.

Kırsal bölgelerin şehir sakinlerinin kaçmaya can attığı sığınaklar olduğunu söyleyen idealleştirilmiş batılı görüşün aksine, koşullar kırsal alanlarda çok daha kötüdür… Şehirler yoksul olabilir ama kırsal bölgeler hâlâ daha yoksul. Çıplak gerçek şu ki gelişmekte olan dünyada şehir sakinlerinin aşağı yukarı üçte biri yok­sulluk sınırı altında yaşarken, kırsal nüfusun ancak üçte biri bu sınırın üstünde yaşar. Gelişmekte olan dünyada kentleşmeyle ilgili tipik bir araştırmanın sonuç­larına göre, dehşet verici barınma koşullarına, temiz su ve hizmetlerin, asgari sağ­lık hizmetlerinin bulunmayışına ve iş bulma şansının çok az oluşuna karşın kent yoksulları ortalama olarak “hemen hemen her türlü toplumsal ve ekonomik refah göstergesinde kırsal bölgelerde yaşayan akrabalarından daha iyi durumdadır.” Çünkü milyonlarca insana göre şehirler problem değil çözümdür.6

Demek ki kentsel sorunlara karşın, şehirlerde gelirler -iş bulmak son derece zorken bile- genelde kırsal bölgelerdekinden yüksektir. Şehirlerde ulusal ortala­maya göre kişi başına düşen gelir eğilim olarak daha yüksektir — Birleşik Kral- lık’ta Londra’ya bir bakın. Ama ileri ülkelerde uçurum sınırlıdır. Daha yoksul ülkelerde büyük şehirlerde gelirler ulusal ortalamanın iki ile dört katı arasındaki bir yükseklikte olabilir. Şanghay’da üç kat fazla olduğu hesaplanıyor; Bangkok’ta­ki rakam da benzerdir.7 Hindistan’da ortalama kişi başına düşen gelir yaklaşık 1.500 dolarken, Yeni Delhi’de 3.500 dolardan fazladır. Tabii ki ortalamalar çok ya­nıltıcı olabilir; ama şehrin gecekondu semtinde oturup yılın sadece sekiz ayı ça­lışan bir işçi, yılda ancak dört ay iş bulabilen kırsal bölgelerdeki bir tarım emekçisine göre gene de daha iyi bir yaşam sürebilir.

Toplumsal sınıflar bakımından muazzam farklılıklar görülmesine rağmen, şehirde başka koşullar da -örneğin, sağlık durumu ve (lafta bile kalsa) sağlık hiz­metlerinden yararlanma düzeyi- genelde daha iyidir. Bunun büyük bir istisnası, en yoksul kesimi daha fazla etkileyip etkilemediği hâlâ tartışma konusu bile olsa, a­ğırlıklı olarak kentsel bir görüngü olan HIV/AIDS’tir. Kentlerdeki sağlık kuruluş­ları ne kadar yetersiz olursa olsun, kırsal bölgelerdekilerden gene de genelde daha iyi durumdadırlar. Bir grup veriye göre, dünyada kırsal nüfusun sadece yüzde 7- 8’i rezervuarlı (alafranga), yüzde 47’si alaturka tuvalete sahipken, diğerleri tuva­letten yoksundur. Kent yoksulları için karşılaştırılabilir tahminler yüzde 28 ve yüzde 52’dir.8 Aynı uçurum temiz suya erişme konusunda da söz konusudur. Şe­hirler ulaşılamasa bile daha renkli bir hayat ve daha büyük fırsatlar da sunarlar. Kırsal bölgelerdeyse, aile ve komşuların gözleri önünde günlük bitmez tükenmez iş derdi içinde yaşama beklentisi öne çıkar. İlk fırsatta kadınların kırsal bölgeler­den göç etme hevesinin bir nedeni de budur. Şehirlerde seçenekleri daha sınırlı bi­le olsa, yine de evde oturmaktan daha iyi bir yaşam sürebilirler.

Elbette insanların neden çekme ve itme faktörlerine kapıldıkları sorusunu ba­sitçe cevaplamak öyle çok karmaşık değildir. Kapitalist gelişme kent ve kır ara­sındaki farklılıkları vurgulayan eşitsiz bir gelişme sürecidir. Yoksulluk ve zenginliği yan yana üretip hem kırsal hem de kentsel toprak mülkiyeti dâhil mülk sahipliğinin yoğunlaştığı bir mülksüzleştirme sürecini teşvik eder. Hem çiftçiler hem işçiler küresel ekonomiye entegre olduklarından, onların kaderleri de meta fiyatlarının dalgalanması ve ekonomik krizle belirlenmeye başlamıştır. Tefecile­re borçlanmak, kır yoksullarının dönem dönem zarar gördükleri yeni kazıklar ye­meleridir. Bu nedenle, hem itme ve çekme unsurlarını açıklayan daha derin bir sürecin parçası olan göç, buna katkıda bulunur. Çünkü göçmenler ya şehirde ya­şamayı öğrenir ya da ailelerini geçindirmek için evlerine para (havale) gönderir ve belli aralıklarla kendileri de memleketlerine gidip gelirler.9

Farklı gelişme tiplerindeki temel karşıtlığa rastladığımız yer burasıdır. Bir yol daha modern endüstriyel ve hizmet ekonomisinin genişlemesinden geçer. Bu­rada çekme küresel ekonominin dinamizminin yansımasının hiç de küçük bir par­çası değildir. Batı piyasasına hizmet eden Çin şehirlerinin büyümesi temel örnek­tir, ama başka örnekler de vardır. Tehlikeli sömürü yuvaları bile olsalar, fabrikalar kırsal ya da kentsel ekonominin uçlarında hayatta kalma mücadelesi verenler için daha cazip yerler olabilirler. Michael Burawoy’in “Sömürü lanetten çok bir ayrı­calıktır” sözleri tam da bu anlamda yazılmıştır.10 Kırılganlık hâlâ mevcuttur – 2008’de Çin’in Shenzhen ve Guangdong özel ekonomik bölgelerinde milyonlarca işçinin işten atıldığı 7.000 fabrikanın kapandığı tahmin ediliyor- ama makineler çalıştığı sürece bunları işletenler için büyük ölçüde istikrar vardır.

Ama kentleşmenin ikinci yolu dünya ekonomisinin Asya, Latin Amerika ve Afrika’daki tökezleyen parçalarında da görülür. Piyasa dinamizmi ve yoksulluğun ortadan kaldırılması konusunda edilen bunca lafa rağmen, dünyanın birçok par­çasında yoksul ekonomiler son on yıllarda eski on yıllara göre daha kötü perfor­mans gösterdiler. 1960’lar ve 1970’lerde, bütün olarak gelişmekte olan dünyada kişi başı gelir yıllık yüzde 3 artış göstermişken, neoliberal 1980’ler ve 1990’lar- da sadece yüzde 1,5 artmıştı. Bu ortalamanın gerisindeki bazı ülkelerde gerile­meler görülmüştü. Ama “büyümesiz kentleşme” durmamıştı. Gerçekten de ekonomik başarısızlık bunu hızlandırmış gibi görünüyordu – bu belki de kırsal ke­simde koşulların daha kötüye olduğuna işaretti. Bu daha önce de görülmüştü. Mi- ke Davis, Belfast mühendislik, gemi imalatı, tekstil, vb. temelinde gelişirken, Dublin’in klasik bir gecekondu şehri haline gelip İrlanda’nın kırsal kesimlerinde­ki yoksulluğu beslediği ve İrlanda ekonomisine girip çıkan mamul malların kul­lanılmasını olumsuz etkilediği 19. yüzyıl İrlanda’sına işaret eder. Ama serbest piyasa politikaları, borç krizleri ve yapısal uyarlama programları eski yapıları yık­tığından, bugün bu tip bir büyüme çok daha yaygındır. Eleştirel bir BM raporu, kentsel büyümenin bu tipinde “büyüme ve refah odağı olmak yerine, şehirlerin va­sıfsız, korunmasız ve düşük ücretli kayıt dışı hizmet sanayileri ve mesleklerde ça­lışan bir artık-nüfus çöplüğü” olduğunu söyler.13

Çin’i Afrika’nın en büyük devleti Nijerya’yla karşılaştırarak çelişkili model­leri görebiliriz. Çin’de 1950-2000 arasında kişi başı gelir çok düşük bir temelde de olsa yaklaşık sekiz kat arttı. Kentsel nüfus yüzde 13’ten yüzde 36’ya yüksel­di. Ama (yaklaşık 150 milyon nüfuslu) Nijerya’da 1950-2000 arasında gene çok düşük olan kişi başına düşen milli gelir sadece yüzde 50 artmış ve uzun dönem­ler az çok durağan kalmıştı. (Britanya’nınki aynı dönemde neredeyse üç kat artış göstermişti.) Ama kentlerin nüfustaki payı yine de yüzde 10’dan yüzde 42’ye yükselmiş ve 350.000 nüfuslu bir şehir olan Lagos muhtemelen yaklaşık 10,5 mil­yona yükselmişti.14 Bu, göçmenlerin burada ya da başka şehirlerin gecekondula­rında daha iyi bir yaşam sürebilecekleri olgusunu değiştirmez. Ama gerçekten de çoğunluk için geleceğin geçici işçi, bir tür seyyar satıcı, temizlikçi, emekçi, dadı, hizmetçi ya da fahişe hayatı anlamına gelir. Açıkçası, bu farklılıklar önemli ölçü­lerde az çok kayıtlı ekonomik ilişkiler arasındaki denge yönünden kent yaşamı­nın farklı modellerine işaret eder.

 Şehir Yaşamının Doğası

Yoksul dünyanın palazlanan yeni şehir ve kasabalarında yaşam neye benzer? İleri kapitalist devletlerin kentsel gelişme modelini mi izler? Farklı bölgelerin de­ğişik kasaba ve şehirlerinin aralarında ve içlerinde zengin çeşitliliğe rastlarız. A­ma irdelememizi oturtulabileceğimiz bazı ortak unsurlar vardır. İlki değişimin akıl almaz hızıdır. Kasabalar ve hatta köyler tek bireyin ömrü süresince şehirle- şebilir. İstikrar ancak kırsal bölgelerden göç eden insan sayısı azalmaya başladı­ğında ortaya çıkabilir.

Sonra da dikkatimizi eşitsizlik düzeylerine yöneltebiliriz. Eşitsizliğin fizik­sel belirtileri vardır. Şehirlerin iç kesimlerine alışveriş merkezleri ve ticaret komp­leksleri hâkimdir. 125 ülkedeki butikleriyle Cartier, yaklaşık 120 ülkede faaliyet gösteren McDonald’s ya da Kentucky Fried Chicken’ı (109 ülke), vb. geçer. Lo- uis Vuitton’ın 62 ülkede mağazaları olsa da kürenin süper zenginleri Londra, Pa­ris ve New York’a seyahat edebilir ya da özel alışverişlerini yapan görevlilerini gönderebilirler. Küresel şehirlerde havalimanlarıyla Marriott Hotel (70 ülke) ara­sındaki mesafe, muhtemelen küresel sistemin dört bir yanında farklı değildir. Ye­rel ayrıcalıklılar bu merkezlere seçkin konutlarından, bazen güvenlikli sitelerden -“zenginlerin kaleleri”-gelirler. Ama kentteki kitleler için yaşam daha çok kenar mahallelerde geçer. Davis, “gökyüzünü aydınlatan ışıl ışıl şehirler”de yaşamak yerine, dünyanın kent yoksullarının çoğu “hava kirliliği, açık kanalizasyonlar ve çöp yığınlarının ortasında mezbeleleri mesken tutarlar” diye yazar.15 Tabii ki bu mekân ve binaların fiziksel eşitsizliğinin gerisinde servet, gelir ve güç eşitsizlik­leri yatar.

Bir tahmine göre, bu yüzyılın başında dünya nüfusunun sadece yüzde 5’i e­konomik eşitsizliğin azalmakta olduğu devletlerde yaşıyor. Yaklaşık yüzde 60’ı bu eşitsizliğin çoğaldığı ve büyük ölçüde piyasa yanlısı politikalara sarılmış devlet­lerde yaşıyor.16 Kentlerde eşitsizlik düzeyi, ulusal ortalamalardan daha yüksek bir eğilim gösteriyor. Son on yıllarda (Birleşik Krallık ve ABD dâhil) kilit ileri eko­nomilerde yeniden yükselmiş olmakla birlikte, kalkınmanın ilk aşamalarında da­ha kötü olma eğilimi de sergiliyor: “Gelişmekte olan dünyada kentlerde büyük bir ekonomik eğilim artan eşitsizliktir. 1990-2004 arasında, nüfusun en yoksul beşte birinin gelirden aldığı pay yüzde 4,6’dan yüzde 3,9’a düştü.”17 Neoliberal yorum­cuların gelişmekte olan şehirlerde güçlü bir orta sınıfın gelişmekte olduğunu gös­terme çabalarına karşın, bu yeniden dağılımın büyük bölümü üste gitmiştir.

Karşılaştırma için kullanılan eşitsizlik ölçüsü, tam eşitliği 0 ve tam eşitsizli­ği 1 rakamıyla gösteren Gini katsayısıdır. BM 0,4’lük bir Gini katsayısını kendi belirlediği koşullar içinde eşitsizliğin tehlikeli düzeylere ulaşmaya başladığı a­larm düzeyi olarak belirlemiştir (Birleşik Krallık’ta hane başına düşen gelir bakı­mından Gini katsayısı yaklaşık 0,34’tür). Tablo 3’ten görülebileceği gibi, Asya fiilen bu noktadayken (Çin 0,45 düzeyinde) Latin Amerika ve Afrika bu noktayı çok aşmıştır. Özellikle Latin Amerika ve Afrika’daki tek tek şehirler çok daha yüksek düzeylere sahiptir. 0,6 nüfusun çoğunluğunu dışta bırakan ve üst grubun karşısına çıkarılan kritik eşiktir. Bu bakımdan, en eşitsiz şehirlerin bir kısmı, 0,7’den yüksek puanların ölçüldüğü apartheid sonrası Güney Afrika’da bulunur – servetin aşağıya damlayacağını söyleyen hatalı varsayımıyla serbest piyasa po­litikalarının yol açtığı felaketin bir başka göstergesi.18

Kent yoksullarının sayısının kır yoksullarının sayısını aşmasıyla birlikte, as­lında sefalet giderek daha çok bir kentsel görüngü haline geliyor. Gelirler önem­li olmakla birlikte bu sefalet sadece gelirlerle ilgili değil. Dünya Bankası, aşırı yoksulluk ölçüsü olarak günde 1 dolarla geçinenlerin sayısını temel alır. Oysa bu tür bir istatistik birçok büyük şehirde gördüğümüz çok daha yüksek geçim gider­lerini hesaba katmaz. Ama sefalet iyi konut, sağlık ve eğlenceye ulaşma, şiddet ve suçtan zarar görme ve önem taşıyan bireysel ve kolektif seçimleri gerçekten ya­pabilmekten yoksun olmakla da ilgilidir.19 En çok bazı ülkelerde olmak üzere, kent yoksullarının birçoğu ve hatta bir bütün olarak kent nüfusu yaşadıkları yer­lerde güvenceye sahip değillerdir. Fiilen mülkiyeti sorunlu ve davalı olan yerler­de barınır ya da otururlar. Altyapının gelişmesini olumsuz etkileyen bu durum insanları baskıya bağlı ve açık hale getirir. Bazı ülkelerde bu insanlardan sahip olmadıkları ikamet izinleri istenir. Çin’de 80-120 milyon arasında insan bu izne sahip olmadığından, yetkililerin açabileceği davalar karşısında savunmasız kalıyor.20

haynes3Tablo 3: Yoksul ülkelerde eşitsizlik ve yoksulluk, 2000-2005 (Kaynak: BM, Habitat, 2008-2009 verilerinden derlenmiştir.21)

 

 

 

 

 

 

Kentsel yoksulluğun boyutları kısmen çalışma ilişkilerinin doğasının bir iş­levidir. Yabancı şirketlerin işçileri küresel markalar için üretim yapmaları açısın­dan yoğun sömürüye maruz kalırlar. Ama içlerinde en büyüğü olan kayıtdışı sektörde çalışan kitlelerden eğilim olarak daha iyi durumda olan yerli sermaye­nin istihdam ettiği çalışanlardan genelde daha iyi ücret alır ve daha iyi koşullara sahiplerdir. Kayıtdışı ekonomiler şehirlerde her zaman vardı – Henry Mayhew u­zun uzadıya 19. yüzyıl ortasındaki Londra’yı anlatmıştı. Ama yeni şehirlerde ka- yıtdışılık muazzam boyutlara ulaşmıştır. Latin Amerika’da tarım dışı istihdamın yaklaşık yüzde 51 ‘i, Asya’da yüzde 65’i ve Afrika’da yüzde 72’sinin kayıtdışı e­konomi olduğu söyleniyor.22 Gelişmekte olan ülkeler genelinde, işçilerin aşağı yukarı üçte biri kayıtlı sektörde, üçte ikisi kayıtdışı sektörde geçim mücadelesi veriyor.

Bu kayıtdışı kent yoksullarına kimi zaman marjinal dense de bu koşullarda marjinalliğin “efsane” olduğu ileri sürülmüştür. Janice Perlman’ın söylemiş ol­duğu gibi, yoksullar “ekonomik olarak marjinal değil sömürülendir; sosyal ba­kımdan marjinal değil reddedilendir; kültürel bakımdan marjinal değil damgalı­dır ve siyasal bakımdan marjinal değil yönlendirilip bastırılmıştır.”23Ayrıca “ka- yıtdışılığın” kendisi de değişiklik gösterdiğinden, marjinalliğin her derecesi de farklılık gösterir. Daha fazla ölçüde kayıtdışılığa kayılması önemliyken, bu kate­gorinin başkentle çok değişik ilişkiler içindeki şehir ve kasabalardaki çok değişik grupları içine aldığı öne sürülebilir. Jeremy Seabrook, Mumbai’deki yerleşimle­ri betimlerken bunu kısmen ortaya koymuştur.

Buradaki insanlar şimdiden içine girilemezmiş gibi görünen şehir ekonomi­sinin boşluklarında iş bulmalıdır. Çöp toplayıcılıkla, çöpten toplanan paçavra ve­ya metaller ya da plastikleri satarak, yeniden dönüştürerek, Engels’in İngiltere’deki Black Country betimlemelerini anımsatan dökümhanelerde ve me­tal işlerinde emek harcayarak, el arabası çekerek ya da dilenerek, fahişelik ya da kaçakçılık yaparak, uyuşturucu ticareti ya da çokuluslu şirketlere taşeronlukla pa­muk ipliğine bağlı bir istikrar yakalayarak, şort ya da jean dikerek, logo basılmış spor giysileri üreterek, ayakkabı boyacılığı ya da kâğıt satarak bir biçimde kendi­lerine iş yaratırlar.

Kadınların yardımı, daha varlıklı olanları ve hatta karmaşık bir ekonomik sistemin alt basamağını oluşturan çocukların işlettiği yeniden dönüşüm zincirle­rini destekleyen “kalabalık köle ordusu”nun bir bölümünü yaratır.24 Bu bağlantı­lar, coğrafi olarak da yoksulların asla çok uzaklarda olmayacağı anlamına gelir – zenginin onların emeğine, yoksulların ise işe ihtiyacı vardır.

Bu kayıtdışı işçilerin birçoğu kentsel dünyanın gecekondularında yaşar ya da barınır -konutları çöpten bulunmuş tahta parçaları, tuğla, metal ve plastikten kondurulmuştur. BM, gecekondu yerleşimlerini insanların aynı çatı altında yaşa­dıkları ve temiz sudan, kanalizasyon sisteminden, uygun bir yaşam alanından, ya­şanabilir bir konuttan, konut mülkiyetinden yoksun oldukları yerleşimler olarak tanımlar. Dünyada kentlerde yaşayanların yaklaşık üçte biri, yoksul dünyada da­ha kalabalık olmakla birlikte bu koşullarda yaşayan gecekondu sakinleridir. Muh­temelen eksik hesaplanmış sayıları, bir bütün olarak “gecekondu gezegeni” manzarası sunan kent nüfusundan daha hızlı artıyordur.25 Ama birçok ülkede kent yoksullarının çoğunluğu gecekondularda yaşamaz- Hindistan’da yüzde 80 kada­rı gecekondu sakini değildir. Aynı şekilde bütün gecekondu sakinleri de – en azın­dan gelirleri açısından- yoksul değildir.

Kentin altyapısının en zayıf olduğu yerler gecekondulardır. Gelişme hızı ve kentleşmenin görüldüğü yerlerdeki nispeten düşük gelirler nedeniyle, düzelme u­mudu başka bahara kalmıştır. Temiz su ve kanalizasyon sistemleri inşa etmek, ka­tı atıklardan kurtulmak, güvenilir enerji kaynakları yaratmak, vb. hep pahalı ya­tırımlardır. Kalkınmada itici güç olan devletler bunlara gereken önceliği verme­dikleri gibi yerel yönetimler de kaynaklardan yoksundur. İleri dünyadaki yerel yönetimler kişi başı yılda yaklaşık 3000 dolar harcarlarken, bu rakamın Asya’da 150 dolar, Latin Amerika’da 90 dolarve Afrika’da sadece 15 dolar olduğu hesap­lanmıştır.26 O zaman da demokrasinin olmayışı ve yolsuzluklar iyileşme yönün­de aşağıdan gelen baskıyı daha çok ortadan kaldırabiliyor. Bunun da acı sonuçları görülüyor. Davis, “Nasıl yoksul bedenler dünyanın her yerinde asalak kaynarsa, pislik içinde yaşamak da. varoluşsal bakımdan iki insanlığın arasındaki kaba çizgidir” der.27

Bu karışıklığı değerlendirmek kolay değil. Neoliberalizmi destekleyenlerin yanı sıra Dünya Bankası’yla özdeşleşenler kentsel gelişmenin en olumlu unsur olduğunu düşünme eğilimindeler. Onlardan ikisi “Mucize olan gerçekte dünyanın bununla ne kadar kötü baş ettiği değil, nasıl başa çıkabildiğidir” diye yazıyordu. Asya konusunda yazan aynı yazarlar, “bütün olasılıklar göz önüne alındığında, Asya’nın gelişmekte olan kentsel alanları, benzer koşullarda ama daha yüksek gelir düzeyiyle büyümüş olan 18. ve 19. Yüzyıl Avrupa şehirlerinin tanık olduğu durumdan önemli ölçüde daha iyidir” derler.28

Bu, onların daha çok düzenlemenin terk edilmesi ve özel sektöre ya da özel- kamu ortaklığına daha çok inanç beslenmesi halinde işlerin düzelmeye devam e­deceğini ileri sürmelerine olanak verir. Demek ki bu argüman kent kitlelerinin analizine kadar genişletilmiştir. Bu yorumcuların büyük sorunu, kayıtlı sektör i­çindeki işçilerin diğerlerini dışlayarak kendi pozisyonlarını savunan korumacı bir işçi aristokrasisi olarak hareket etmeleridir. Ama marjinal kalanlar sadece onların kapılarını aşındırmakla kalmıyorlar. En umutsuz koşullarda hayatta kalma dirayet­lerinin, bir şans, azıcık mülkiyet hakkı ve küçük sermaye sahibi olma imkânı ve­rildiği takdirde, yerel Bill Gates’ler olma yeteneğinin sergilenmesi olarak görüldüğü çekirdekten yetişme işverenler oldukları da hayal ediliyor. Yoksul ül­kelerin gecekondu sakinlerinin “tabii işverenler” oldukları yutturulmaya çalışılı­yor. IMF ve Dünya Bankası nerede yapısal değişim için baskı yaptıysa, sonuç milyonlarca insanın daha kayıtdışı sektöre itilmesi olmuştur. Dolayısıyla, gecekon- dulardaki iş potansiyeliyle ilgili laflar, piyasa amigolarının kendi politikalarının geriletici sonuçlarını görünce vicdanlarını rahatlatmalarına yardım eder.

Daha eleştirel yaklaşan yorumcular, sefaletin ölçüsünü ve dünya ekonomisi­nin iniş çıkışları sırasında yoksulların sadece ekonomik talihsizliklerle değil, he­yelanlar, nehirlerin geçtiği ovalar ve kıyı şehirlerinde seller, depremler ve vb. gibi felaketlerle de her gün boğuştuklarını vurguluyorlar.29 Gecekondu işvereni ro­mantizmi, Batı’da her Big Issue satıcısında potansiyel bir işveren görmeye ben­zer. Gerçekteyse insanlar sadece ve sadece yaşamlarını sürdürmeye çalışıyorlar. Kayıtdışı sektörde çalışanlar, aynı zamanda küçük ve büyük ölçekli sömürü ağ­larına da yakalanmış durumda. Her zaman sefalet dev kârlar da getirir. Yoksullar genelde en fazla ödeyenlerdir – belki de metrekare başına en yüksek kira, en pa­halı su, vb. dolayısıyla gelişmekte olan dünyada bazı önemli servetler gecekon­duların bu sömürüsünden ve kayıtdışı ekonomilerden gelir. Onların konumlarına resmiyet kazandırmaya dönük yukarıdan aşağıya girişimler, genelde bu girişim­leri yapanların iyi niyetlerine rağmen onların o zamana kadarki sınırlı kazanım- larını da ortadan kaldırma riski taşır. Örneğin, STK’lara dökülen para, onların sisteme “Yeni Yabancı Tanrılar” olarak girişini teşvik eder. Neoliberal efsanele­rin gerçekle ne ölçüde örtüştüğü, Aravind Adiga’nın Hindistan’da bir köy çocu­ğunun başarılı olmak için ne yapması gerektiğini anlatan White Tiger [Beyaz Kaplan, Pegasus Yayınları, Çeviri: M. Begüm Güzel] adlı mizah romanında gös­terilmiştir. Ama tüm zayıflıklarına rağmen, Slumdog Millionaire filmi bile, garip bir dizi şansın bir varoş itinin kaçıp gerçek aşkı bulmasına izin verse de Dünya Bankası ve IMF’in kendini beğenmiş söylemini bir ölçüde boşa çıkarır.

Kırsal Bölgeler

Bu durum kırsal bölgeler için ne anlama geliyor? Eşitsiz de olsa tarımsal ha­sılatın artmış olması, dünyanın artan nüfusunu ve kent nüfusunun beslenmesine olanak vermiştir. Ama dünyanın 3 milyarlık kırsal nüfusuna refah getirmemesi­nin yanında, bu sayı artık artmıyor ve çok geçmeden mutlak olarak düşmeye baş­layacak. Bu yoksul ülkelerde kırsal bölgelerde çoğunluk yoksul, güvencesiz bir yaşam sürüyor, “kıt kanaat idare ediyor.” Küresel ekonominin köy ve çiftlikle i­lişkisi yakınlaşmış da olsa insanların açlık çekme olasılığı en çok kırsal bölgeler­de görülür. Küresel tarım piyasaları dünyada en çarpık olanıdır; çünkü ileri dünyada son derece verimli ama yüksek sübvansiyonlarla desteklenen üretim her çeşit gıda üreticisine ödenen fiyatlar üzerinde baskı kurar.

Dünya tarım ürünleri ihracatının yaklaşık yüzde 64’ü sanayi ülkelerinden, ancak yüzde 36’sı gelişmekte olan dünyadan gelir. Gelişmekte olan dünyadan ge­len tarım ürünleri ihracatının ancak yüzde 22’si ileri ülkelere yöneliktir – bu ih­racat yön değiştirmediği gibi güneyden kuzeye giden mamul malların payından çok farklı değildir.30 Daha kötüsü, bir avuç büyük şirket tohum ve gübre gibi ta­rımın ticari çıktılarını ve uluslararası ticarete konu gıda maddelerinin satın alın­masını tekelleştirmiştir. 30 şirketin şimdi küresel işlenmiş gıda üretiminden sorum­lu olduğu tahmin ediliyor. Unilever, Cargill, Nestle, Wal-Mart ve Tesco hem ta­rımsal girdiler hem de çıktılar üzerinde olağanüstü kontrole sahiptir.31

IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlarla birlikte, bu şirketler yoksul ülkeler­deki eski koruma ve sübvansiyonların ortadan kaldırılmasını teşvik ederken, bun­ların alandaki çiftçilerin yararına olmadığını öne sürmüştür. Bu doğru olmakla birlikte vaat edilen refah da gelmemişti. Kötü bir sistemin yerini bir başka kötü sis­tem almış ve üreticiler genelde çıktılarda aşağı yönde ve girdilerde (örneğin, ener­ji) yukarı yönde dalgalanma eğilimleri gösteren sert fiyat oynamalarıyla baş etmeleri için kendi hallerine bırakılmışlardı.32 2008 World Development Re- port [Dünya Kalkınma Raporu, 2008], tarımda vaat edilen düzelmenin gerçekle­memiş olduğunu kabul ediyordu:

1980’lerde yeniden yapılanma, çiftçilere arazi, kredi, sigorta, girdi ve koope­ratif örgütlenmesine erişim imkânı sunan gelişmiş kamu kuruluşları sistemini yık­tı. Burada umulan, devletin bu alanlardan el çekmesinin bu işlevleri devralacak özel oyuncular için piyasayı serbest hale getirmesiydi. Çoğu kez bu olmadı. Ba­zı yerlerde, devletin geri çekilmesi en fazla özel girişi sınırlayan denemelere ben­ziyordu. Başka yerlerdeyse, özel sektör -temelde ticari çiftçilere hizmet ederken, küçük çiftlik sahiplerini piyasanın yaygın başarısızlıklarına, yüksek işlem maliye­ti ve risklerine ve hizmet boşluklarına açık bırakarak – ancak yavaş ve kısmi bir gelişme göstermişti. Tamamlanmamış piyasalar ve kurumsal boşluklar, küçük çiftlik sahipleri için rekabet güçlerini ve birçok durumda dayanmalarını tehdit e­den büyümenin durması ve azalan refah üzerine muazzam bir maliyet yükler.33

Ama alıntıyı dikkatle okumalıyız; çünkü bu başarısızlığın ne kadar ciddi ol­duğunu itiraf ederken, bunun piyasaların diğerleri kadar “saf” ve “tamamlanmış” olmadığından kaynaklandığını öne sürüyor. Ne zaman piyasanın başarısızlığı ko­nu edilse, bildik bahane budur. Gerçekteyse, kırsal bölgelerde hiç de daha az ol­mayan çarpık gelişme birçok kasaba ve şehirde çarpık gelişme süreçlerine paralel gider. Gelişmekte olan ülkelerden yapılan gıda ürünleri ihracatının tüm gıda ürün­leri ihracatı içindeki payının azalması, zengin ülkelerdeki sübvansiyonların ve fa­kir ülkelerdeki durgun piyasaların çarpıklıklarını yansıtır.

Dünyanın birçok yöresinde, en yoksul köylüler hâlâ kötü hasadın iniş ve çı­kışlarına tabi olmakla birlikte, geçimlerini sürdürmek için gereken gıdanın ço­ğunluğunu üretirler. Ama göçmenlerin memleketleri ve yurtdışındaki şehirlere para göndermeleri gibi, kırsal bölgelerdeki tarım dışı işlere (daha iyisi küçük iş­letmeler, daha kötüsü gündelikçilik) giderek bağımlı hale gelmeye de başlamış­lardır. Afrika ve başka yerlerdeki mikro ölçekli araştırmalar, şimdi yoksulların kırsal gelirlerinin yüzde 50 kadarının tarım dışı kaynaklardan geldiğini gösterir. 34 Bunun peşinden gelen tabaka, yerel ve ulusal pazarlara arz edilen satılacak ar­tıya sahip olanlardır. Ama büyük aile çiftliklerini saymazsak, burada da çiftçilik tarım dışı kırsal çalışma biçimleriyle bir araya gelmek zorundadır.

Küresel pazarlarla ilişki kuran, büyük şirket ve süpermarketlere satış yapan büyük ticari çiftlikler ve plantasyonlar tarım işçilerinin emeğine dayalıdırlar ve da­ha iyi durumdadırlar. Ama genelde kalite, standardizasyon ve zamanında arz gi­bi yapmacık talepler öne süren Batılı alıcıların keyfine kalmış sözleşmeli işlere bağımlıdırlar. Ayrıca, Dünya Bankası ve diğerleri başka yol olmadığını öne sür- seler de yoksul dünyanın kırsal ekonomisine katkıları hâlâ sınırlıdır. Bir an bile dü­şünüp taşındığımızda, bunun çıkar yol olmadığını görürüz. Büyük birimler daha çok sermaye ve makine ile nispeten daha az emek kullanma eğilimindedir. Dola­yısıyla burada yandaşlarının hayallerini süsleyen bir büyüme bile olsa, gene de ge­çimleri baskı altında tehlikeye düşen kır yoksulları ve küçük çiftlik sahipleri kitlesinin emilmesini sağlamaz. Daha çok insanı tarım dışı kırsal çalışmaya ve göçe zorlayarak topraktan koparmaya devam edecek olan da bu başarısızlıktır.

Şehirlerde Toplumsal Örgütlenme

Her gün bazı insanlar şehir hayatına yenik düşüyor. Hastalık, kaza, intihar ve şiddetten kaynaklanan ölümler çok büyük düzeylerde görülüyor. Yılda beş mil­yon kişi suyun neden olduğu hastalıklardan, 3 milyonu ishalden ölüyor. [35] A­ma çok daha büyük ölçülerde çok daha fazla sayıda insanın inanılmaz esneklik gösterip hayatta kaldığı görülüyor. Bunun gerçekleşmesi kısmen devletler, yerel yönetimler, STK’lar, işverenlerin, vb. yarattıkları yapılarla açıklanıyor. Ama öne sürdüğümüz gibi, bunlar genelde zayıf ve belirsiz. Hayatta kalma ve esnekliğin ki­mi zaman piyasanın dümen suyunda, kimi zaman karşısında insanların kendi yap­tıklarıyla daha çok ilgisi var.

Şehirler, egemen sınıflar tarafından her zaman barut fıçısı gibi görülür. 1960’larda, kentlerde ilk huzursuzlukları göz önünde bulunduran Barbara Ward, “dünyada en azından sert sınıf çatışmaları örneklerini yaratacak kadar çok barut fıçısı var” diye yazmıştı.36 Bir kuşak sonra pek çok yorumcu bu argümanları kö- tüledi. Ama bazılarının umduğu ya da yöneticilerin korktuğu kadar çok kentsel sı­nıf mücadelesi olmamışsa bile gene de bunun eksikliği hissedilmemiştir. 1960’lardan beri, dünyanın birçok yoksul yöresinde şehirler büyürken, merkezi yer tutan kırsal çatışmalar ve gerilla savaşları, birçoğu Latin Amerika, Asya ve Af­rika’da demokratik gelişmede itici güç oluşturan temel bir yoğun kent merkezli isyanlara yol açmıştır. 2011’de bu gibi isyanlar donmuş sanılan Ortadoğu’daki devletleri silip süpürdü. Gerçekte, eski düzenin zayıflığının temelinde yatan bu­rada tartıştığımız türden toplumsal değişimlerdir.37

Bu gibi çatışmalar, -gerek güçlü sendikalar olsun, gerekse sol siyasal parti­ler olsun- resmi hareketlere genelde bekledikleri ölçüde temel oluşturmamışlar­dır. Burada dikkate almamız gereken belirgin bir faktör devletin ve özel sektörün baskısıdır. Demokratikleşme genelde sığ olmuştur. Özel sektörün baskısı, genel­de devletin olup biteni bir kenardan sessizce izlemesiyle olur. Bu, başkaldıranla- rı savunmasız bıraktığı gibi -durum istikrarlı göründüğü sürece- direnişi kuşatmaya ya da yeraltına itmeye yardım eden bir korku salar.

Ama çatışmalar boy gösterdiğinde, bunların halkı küresel kapitalizme güçlü meydan okumaya seferber etmeye hazır siyasal liderlerce yönetilmeyişi, potansi­yellerinin boşa gitmesine ya da farklı yönlere savrulmalarına imkân sağlar. Sen­dikalar, siyasal partiler ve geniş toplumsal hareketler ya siyasal olarak sistem tarafından ele geçirilirler ya da yozlaşırlar. Buna getirilen açıklama kısmen öznel faktörlerle – insanların değişimin yönü ve imkânları konusunda fikirleri- ilgilidir. 38 1950’lerden 1980’lere kadar Küresel Güney’de siyaset, çeşitli milliyetçilikle­rin etkileşimini ve ABD ile SSCB arasındaki Soğuk Savaş çatışmalarını yansıt­mıştır. 1991’de Sovyetler Birliği’nin çöküşü, piyasa ve neoliberalizm yönündeki hamleyi ve onunla birlikte küresel kapitalizmle bütünleşmekten başka alternatif olmadığı duygusunu güçlendirmiştir.

Bu hâlâ bir politika olarak daha caziptir çünkü ülkelerin içinde eşitsizliğin art­masına ve “reformcu” liderlerin doğrudan kazananlar olarak kendi rollerini meş­rulaştırmalarına izin verdiği görülüyor. Güney Afrika çarpıcı bir örnek. Siyahların ekonomik bakımdan güçlenmesinin izlenecek yol olduğu görülüyordu. 2005-8’de Güney Afrika’nın Devlet Başkanı Yardımcısı Phumzile Mlambo-Ngcuka’nın “si­yahlar zengin pislikler olmaktan utanmamalı” dediği söylenmişti.39 Güney Afri­ka Ulusal Maden İşçileri Sendikası’nın kurucuları arasında yer alan, Afrika Ulusal Kongresi’nin genel sekreterliğine getirilmiş, apartheid’i sona erdirecek müzake­re heyetinin başkanlığını yapmış olan Cyril Ramaphosa, işte bu ruhla daha sonra Güney Afrika iş dünyasının yanında, McDonald’s ve Coca-Cola gibi uluslarara­sı sermayeyle ilişkide multimilyoner bir işadamına dönüşmüştür.

Ama bazıları resmi örgütlenmenin gelişmeyişinin bu kısmının, belki de en büyük kısmının sınıf oluşumunun temelinde yatan daha “nesnel” unsurlarla açık­landığını da öne sürmüştür. Burada asıl mesele, var olan bu gibi yapısal faktörle­rin değişimin gücünü yadsıyan kalıcı bir koşulu mu yansıttıkları, yoksa zamanla ve başarılı eylemlerle üstesinden gelinebilecek daha geçici bir unsuru mu yansıt­tıklarıdır.

Şekil 1, şehirlerdeki siyasal eylemlerle ilgili basit ve genelde kullanılan dü­şünce tarzını gösterir. Daha resmi katılım ve protesto türlerinin yanında, daha res­mi olmayan kimi bireysel kimi kolektif bir dizi türün bulunduğunu görürüz. Ortada dört bir tarafın yararlandığı eylemlerle birlikte, bir eylem türünün diğeri­ni besleme imkânını göstermek için bilinçli olarak kesik çizgiler kullanılmıştır.

haynes4

Kötümserler, şehirde yaşamak ve çalışmanın insanları bir araya getirip daya­nışmanın bazı temellerini yaratmakla birlikte, kent hayatının uçlarında her gün hayatta kalma mücadelesi vermenin insanları birbirine düşürerek bölüp zayıflat­tığını vurguluyorlar.

Şehirler çok sayıda insanın yaşamın en temel unsurları için rekabet ettikleri merkezler haline gelmiştir: İş bulmak için girişilen muazzam rekabeti saymaz­sak, işyerine uzak olmayan uygun bir kira karşılığında bir oda ya da tahliye edil­me korkusu olmadan üzerine bir barınak kondurulabilecek boş bir arsa; okullarda boş kontenjan; sağlık sorunları ya da yaralanmalar için tıbbi tedavi ya da hasta­nede bir yatak; temiz içme suyuna erişebilme; otobüs ya da trende yer bulabilme ve işporta tezgâhı açmak için kaldırımlarda ya da meydanlarda yer bulabilme.40 Ne var ki, daha iyimser değerlendirmeler hayatı bu kadar olumsuz görmez. Hayatta kalmak için insanların kendi hayatları üzerinde bir parça fiili kontrolü ol­ması gerekir. Bunun için, gündelik hayat kavgasında, dinlediğimiz takdirde John Holloway’in “başkaldırının çığlığı”nı işitebiliriz.41 Bu savaşım ve direniş, büyük ölçüde Şekil 1’in üst sağında görülür. Ama “nerede güç varsa orada direniş de var” demek çok basite indirgenmiş bir yaklaşımdır. Kendini çılgın gibi içkiye ver­mek ya da karını veya çocuğunu veya komşunu döverek kendisini iyi hissetmek hayatta kalma mekanizmaları da olsalar bunlar teşvik edilecek şeyler değildir.42 Kaçak su kullanmak ya da zenginlerin hattından kaçak elektrik kullanmak daha iyi ama yeterli hizmetlerin sağlanmasında ısrarlı olacak örgütlenmeler kadar iyi değildir. Mesele dünyanın pek çok yöresinde bu temel savaşımların doğası ve bo­yutları hakkında çok az şey bilmemizdir. Mevcut tartışmaların büyük bölümü i­leri Batı ülkelerindeki toplumsal hareketlere dayalıdır. Daha yoksul ülkelerde en çok tartışılan örnekler Latin Amerika’dan alınmıştır. Ama bırakalım diğer yerle­ri, bunların bir bütün olarak kıtayı ne ölçüde temsil eden tipik hareketler olduğu her zaman net değildir.

Bazı değerlendirmeler, hem resmi hem resmi olmayan kolektif eylem fırsat­larının azalmakta olduğunu varsayıyor. Bazı alanlarda, kentlerde olumsuz güçler devletin geri çekilmesinin ya da başarısızlığının yarattığı boşluklardan istifade e­derken kötüleşme artıyor olabilir. Marjinalliği reddeden alıntısını verdiğimiz Ja- nice Perlman, Latin Amerika’nın bazı şehirlerinin daha pozitif direniş biçimlerini ortadan kaldıracak ölçüde çetelerin şiddetine yuvarlanmış olduklarını öne sür­müştür. Bir zamanlar aşağıdakilerin daha canlı bir direnişinin olduğu Rio’da, şim­di sadece “çetelerin gözüne batacak herhangi bir inisiyatif almaktan ya da kolektif eylemden çekinen bir avuç cesareti kırılmış insan”ın olduğunu öne sürer. Bu yol­la “marjinallik efsane olmaktan çıkıp gerçeğe dönüşmüştür.”43

Bu doğan boşluğu her zaman başka güçlerin doldurduğu argümanına götü­rür bizi. Eğer alternatif sunacak kimse yoksa açıklama arayanlar daha az pozitif yönlere gözlerini çevireceklerdir. Okurlar son on yıllarda dünyanın farklı yörele­rinde ortaya çıkan vahşi ve canice etnik çatışma örneklerini rahatlıkla akıllarına getirebilirler. Bunlar böl ve yönet siyasetiyle günah keçisi aramaktan beslenirler. Kimi zaman hedefler “piyasanın egemen azınlıkları” denilenlerdir – diğerlerinden daha büyük servetlere ve güce sahip konumdaki etnik gruplar. Asya’nın bazı yer­lerinde Çin asıllılar, Afrika’nın bazı yerlerinde de Hint asıllılar klasik örneklerdir. Ama bir grup bir göçmen grubu ya da dini bir grup bir başka dini grubu düşman olarak görmeye başlarken, bu tür çatışmalar kent kitlelerinin farklı grupları ara­sındaki çatışmaları da içine alabilir.

Ama bu söz konusu çatışmaların kaçınılmaz oldukları anlamına gelmiyor. Bunlar eğilim olarak umutsuzluk ve siyasal boşluklardan beslenirler. Bunlar oto­ritelerin göz yumduğu ya da hatta desteklediği demagoglar tarafından kullanılır­lar. Bu nedenle, piyasa dostu politikaların ortalığı mahvetmesine izin verilirse, söz konusu çatışmalar için koşullar daha da olgunlaşır. 1990’lardaki krizlerden birinde, bildiğimiz gibi Dünya Bankası ekonomik krizi çözmek için daha çok in­sanı sefalete itmenin, sonradan birçok ülkede görüleceği gibi etnik ve toplumsal şiddet riski doğuracağı konusunda uyarılmıştı. Ancak ileri dünyada, günah keçi­si arama daha yapıcı siyasi muhalefet ve kitlesel seferberlik biçimlerinin gelişti­rilmesiyle sınırlandırılabilir.

Dine sarılma yaygındır – bazı örneklerde İslam, bazılarında Protestanlık, baş­ka yerlerde belki daha bölgesel ve yerel dinler. Mike Davis, dinin hem kentlerde­ki kötüleşmeden hem de sol bir alternatif geliştirmekteki başarısızlıktan büyük yarar sağladığını öne sürer. Bu, kısmen dinlerin teselli vermesi kadar, piyasalar ve diğer siyasal güçlerin başarısız olduğu sahada, dini güçlerin bir ölçüde insanların yardımına koşması nedeniyledir.44 Din toplumsal bölünme tanımadığından muha­lefete kısmen çekici gelir. Ama sonsuza kadar toplumsal bölünmelerin üstünü ör­temez. Mısır’da İslamcılık ve muhalefetle ilgili yazısında, Sameh Naguib İslam’ı aşan bir argüman ortaya koyar. Hangi inanca sahip olursa olsun, insanın çözümü Allah’ta bulması kitlesel popülist hareketlerin hem gücü hem zaafıdır. “Ancak li­derlik farklı dürtüleri dengeleyip kırılgan birliği dağıtabilecek somut eylemler­den kaçınabileceği sürece, bu bir güç olarak hareket eder.”45

İflah olmaz kötümserler insana yolunu kaybettiren güçlerin her şeye hâkim olduğunu öne sürüyorlar. Ilımlı iyimserler, demokrasi ve değişim yanlısı daha ge­niş toplumsal hareketler lehine “işçi sınıfına elveda” demişlerdir. Ilımlı iyimser­ler işçi sınıfının süren rolünü ve örgütlü ifadelerini değişimin daha geniş kuvvetlerinin yanında başat kuvvet değil, “eşit taraf” olarak görüyorlar. Temelde iyimserler ise toplumsal değişimin her zaman geniş hareketleri gerektirdiğini ka­bul etmekle birlikte, daha kökten değişim için örgütlü işçi sınıfının merkezi yere sahip olduğunda ısrar etmeyi sürdürürler. Bu tartışma büyük ölçüde eski on yıl­lara, hatta 19. Yüzyıla kadar geri gider. Değişim eğilimi güçler dengesinden kay­naklanır; son dönemde solda bolca rastladığımız iyimserleri kara kara düşünmeye iten de budur.46

Bu argümanları aktarmaya çalışırken, önemli olan kapitalist kentsel büyü­menin her zaman üstesinden gelinmesi zaman alan toplumsal bir kaosu belli öl­çülerde yaratmış olduğunu hatırlamaktır. Yoksul ülkelerdeki örgütlü emeğin bazı sorunlarına lanet okuyan Ronaldo Munck, geçmişte “sanayileşme, kentleşme ve sendikalaşmanın at başı gittiği”ni öne sürer.47 Oysa durum hiç de öyle değil. Kö­tü tarih günümüzün kötü siyasetine yol açabilir. 27 milyonluk nüfusuyla, Britan­ya’da 1851’de yüzde 50 kentleşme oranına rağmen, sadece 100.000 sendikalı var­dı ve bu örgütler de yaşamayacaktı. 1900’de, 41 milyonluk nüfusun yüzde 80’i kentlerde yaşıyorken, 1,2-1,5 milyon (tahminler farklı rakamlar veriyor) sendi­kalı işçi sayısı (toplam işgücü içinde) +/- yüzde 10’luk bir sendikal yoğunluk de­mekti. Yine de bu noktada İngiliz işçi sınıfı sendikal açıdan dünyanın en örgütlüleri arasında sayılıyordu. Bu nedenle, sanayileşme, kentleşme ve sendika­laşma arasında öyle basit bir ilişki yoktur.48 Kiminin “emeğin ileri yürüyüşü” de­diği şey, ani atılımlar ve sonra gerilemelerle birlikte her zaman eşitsiz olmuştur.

Beverly Silver, Forces of Labor adlı kitabında, “Emek hareketinin 20. Yüz­yıl sonundaki krizi geçicidir ve muhtemelen oluşum halindeki yeni işçi sınıfları­nın güçlenmesiyle üstesinden gelinecektir” der.49 Bu kitap, kısmen son analizlerde çok sık rastladığımız kötümserlik modasına meydan okuduğundan muhtemelen hak ettiği ilgiyi çekmemiştir. Silver, küresel yeniden yapılanmanın farklı ülkeler­de işçi sınıflarını yarattığını ya da yeniden yarattığını öne sürer. Örnek olarak, La­tin Amerika, Güney Kore ve Güney Afrika’daki otomobil işçilerinin rolünde özel olarak yoğunlaşırken, bunların nasıl militan fabrika işçilerinin çekirdek grupları­na dönüştüğüne göz atar ve bunun Çin’de bile daha belirgin bir biçimde ortaya çı­kacağını tahmin eder. Yaklaşık on yıl sonra, 2010’da Çin’deki otomobil fabrikalarında büyük grevler görülürken, anlık uzlaşmazlıkların sonuçları ne olur­sa olsun, bu görüş hoş bir tahminmiş gibi görünüyor.

Silver, yeniden yapılanmanın zengin ülkeler gibi yoksul ülkelerde de beyaz yakalı işçiler ve öğretmenler gibi gruplar dâhil, işgücünün militanlaşmasının ye­ni merkezlerini yarattığını da öne sürer. Bu, onun sol yorumcuların çok sık ileri dünyadaki yenilgiye ilişkin kendi görüşlerini yoksul ülke halklarına yansıttıkla­rını ileri sürerek, bazı olumsuz irdelemeleri tamamen ters kullanmasına imkân ta­nır. Aslında, tüm yerkürede fabrikanın merkeziliği hâlâ bellidir ve gelecek genelde sanıldığından daha ümit vericidir. Bu argümanda, Paul Mason’ın 19. yüzyıl Manc- hester’ından 21. yüzyıl başındaki Çin’e kadar, bizi etkileyen geçmişin ve günü­müzün savaşımlarının anlamını birlikte ele aldığı “işçi sınıfının nasıl küreselleştiği”ni öne süren irdelemesinde daha betimleyici ama gene de daha güç­lü bir biçimde ortaya konulmuştur.50

Ne yazık ki, ileri ülkeler dışında karşılaştırmalı sendikalaşma düzeyleriyle ilgili yeterli verileri zor buluruz. Ama erişilebilenlerin bir kısmını kullanan yeni bir araştırmaya göre, “sınıf temel seferber edici kuvvet olarak kalıyor.”51 ama sı­nıf savaşımının da böyle olduğu ortaya çıkacaktır. Örneğin, IMF’nin kemer sık­ma politikalarının egemen olduğu yerlerde, bu sadece kayıtlı ekonomiyi değil,

ama işçi örgütlerini de zayıflatmıştır. IMF’le anlaşma yapan ülkelerdeki işçilerin kemer sıkma programlarından sonra sendikalaşma olasılığının yüzde 60 azaldığı bulunmuştur.52 Bu, 1980’ler ve 1990’larda aynı politikaların büyük ölçüde kulla­nıldığı Latin Amerika’da özellikle önem kazanmıştı. Demek ki şimdiye kadar “sı­nıfın ölümü”nde gördüğümüz şey, inisiyatifin bir dereceye kadar üsttekilerce ele geçirildiği sınıfı savaşımının devamıdır.

Ama eğer toplumsal denge kayıtdışı sektördeki kitlelerin lehineyse, o zaman bu örgütlü işçilerin toplumsal ve siyasal değişimdeki rolünü öne süren argümanı çürütmüyor mu? Birçoğuna göre, Sahraaltı Afrika bu argümanın uç bir örneğini sunuyor. Zaten zayıf olan kayıtlı sektör ve örgütlü işçi sınıfının, ekonomik deği­şim ile IMF ve Dünya Bankası’nın politikalarından en ağır darbe aldığı görülen yer burasıdır. Kent nüfusları kat kat çoğalsa bile, art arda ülkelerdeki “işsizlik dalgası”ndan çok az kuşku duyulabilir. Ama Sahraaltı Afrika, kayıtlı ve kayıtdışı sektörler arası ayrılıktan çok ilişkilerin önemli olduğu şehirlerdeki ciddi toplum­sal huzursuzlukların da yatağıydı.

Bunu açıklamak için yeniden yapılandırmanın ülkeler içinde ve arasında her zaman eşitsiz olduğunu kabul etmek gerekir. Kaybedilen kayıtlı işler önemlidir, ama kalan ve yaratılan yeni işler de öyledir. “Kayıtdışı” sektörde her zaman fark­lı derecelerde kayıtdışılık vardır. Sanki karşıt kutuplarmış gibi kayıtlı ve kayıtdı- şı sektörleri birbirinin karşısına çıkarmak hiçbir zaman fazla anlam taşımaz. Bu insanların gündelik hayatında yansımasını bulur. İnsanlar kayıtlı ve kayıtdışı is­tihdamın yan yana yaşayıp sevdiği, başarısızlıklarına yanıp başarılarını kutladığı aile ve mahallelerde yaşarlar. Bu, Şekil 1’deki bağlantıların temelini oluşturur. Zeilig ve Cerut, “iş ve işsizlik arasında aşılmaz bir set yoktur” ve “eğer istihdam dünyasında kayıtdışı dünya ve kayıtlı istihdam arasında net bir ayrım yoksa, hep­sini içine alan protesto potansiyeli mevcuttur” der.53

Bu kapsayıcılık gerçeklemiş birçok protestoda açıkça görülür. Ama başka bir şey de doğru. Topluluk grupları, yasal olmayan dernekler, baskı grupları ve vb. karşısında örgütlü emeğin azalan, hatta fuzuli rolüyle ilgili iddialara karşın, örgüt­lü emek daha geniş protestolarda stratejik rol oynamaya devam etmiştir. 2011’de Kuzey Afrika ve Ortadoğu’yu saran isyanlar, gelecekteki patlamaların ortaya çı­kabileceği gelenekleri arkada bırakan, bazı açılardan klasik bir ilerleme ve geri çe­kilme modelini sürdüren görünürdeki hikâyelerin oluşmasına katkıda bulunmuştur. Tablo 4,2004’ün ikinci yarısında bir kabarmanın apaçık görüldüğü Mısır’daki işçi protestolarının genel örneğini gösteriyor.

Burada hareket içindeki iniş çıkışlar da görülüyor. Popüler açıklamalarda o­dağın sokaklar olmasına karşılık, genelde birleşmenin odağı örgütlü emektir; ey­lemin yönünü bulmasına yardım eden örgütlü emektir ve genelde örgütlü emeğin safları içinden her türlü liderlik ortaya çıkmıştır. Bu nedenle, onun merkezi rolü teorisyenlerin kafasından çok halkın kendisini içinde bulduğu özgül durumlardan doğar.55

 Sonuç

Amacımız en büyük detaylar ve tartışmaların bir kısmını ana hatlarıyla orta­ya koyup küresel değişimleri daha geniş bağlamlarına oturtmaktı. Örneğin, yeni toplumsal hareketler hakkında yazılanların çoğunun sadece ileri ülkelerin dene­yimine dayanması çarpıcı. Eğer irdelemeler uzatılırsa, o zaman bu sadece küre­sel bir analize dönük jestler temelinde yapılır. Bu nedenle, büyük resmi sunmaya çalışarak, insanları her bölge ve ülkedeki olayların bununla nasıl ilişkilendirileceğini düşünmeye teşvik ettiğimiz için özür dileyecek halimiz yok. Temel mesele sı­nıfın ortadan kalkmadığıdır. Dünya işçileri, tarihteki herhangi bir zamanda olduğundan daha kalabalıktır ve eğer kriz onları bazı yerlerde geri püskürtmüşse, sınıf ve örgütlenme önemini sürdürmektedir.

haynes5

Ama bu küresel eğilimlerin her şeyi belirlediğini söylemek değil. Savaşım­lar özgül yerel bağlamlarda ortaya çıkarlar. Bu hareketlere katılanlar için en gö­rünen unsur küreselden çok genelde yerel ve ulusaldır. Sıklıkla karmakarışık bir sonuç elde edilir; ama karmançormanlık her zaman savaşım sürecinin parçası ol­muştur. Sınıf savaşımı asla saf olmamıştır ancak bu bazılarının düşündüğü kadar büyük bir problem değildir. 20. yüzyıl başında dünyayı, özellikle de ayaklanma­nın sosyalist ve işçi hareketi kökeninden gelenlerle liberaller, entelektüeller, mil­liyetçiler ve Katolikleri bir araya getirdiği 1916 İrlanda olaylarını göz önüne alan Lenin, o zamanki gibi bugün de doğruluğunu koruyan bir yorum ortaya koymuş­tu:

Toplumsal devrimin sömürgelerde küçük ulusların isyanları olmadan ve Av­rupa’da tüm önyargılarıyla küçük burjuvazinin bir kesiminin devrimci patlama­ları olmadan, siyasal bilince sahip olmayan proleter ve yarı-proleter kitlelerin toprak sahipleri, kilise ve monarşinin baskısına karşı, ulusal baskıya, vb. karşı ha­reketi olmadan anlaşılabileceğini düşünmek – bütün bunları düşünmek toplumsal devrimi kabul etmemektir. “Saf” bir toplumsal devrim umanlar hiçbir zaman böy­le bir devrimi göremeyecektir. Böyle biri devrimin ne olduğunu kavramadan dev­rime sözde bağlılık gösterir.56

Kötü haber, Lenin’in sözünü ettiği toplumsal devrim ihtiyacının hâlâ var ol­masıdır. İyi haberse, küresel değişimlerin bu değişimde çıkarı olan daha geniş grupları yaratmış olması. Her zamanki gibi krizin – şimdi küresel ölçekte – hem bir meydan okuma hem de fırsat yaratması da cabası.

Çeviren: Ali Çakıroğlu

Notlar

  1. BM kent istatistiklerinin ve genelde kasaba ve şehir tanımlarındaki keyfi değişikliklerin zayıflı­ğı Cohen, 2004’de ortaya konulmuştur.
  2. Bu rakam ve tahminlerin sık sık gözden geçirilmesi gerekir. İtalik rakamlar Paul Bairoch’un ki­tabından alınan kaba tahminler (bkz., Bairoch, 1991) ve yazarın geriye dönük projeksiyonlarıdır.
  3. Weber, 1899; Vaughan, 1843.
  4. UN-HABITAT, 2010.
  5. Cohen, 2004.
  6. Reader, 2004.
  7. Ooi and Phua, 2007, s. 29.
  8. Montgomery, 2009, şehirlerin içinde ve şehirlerle kırsal bölge arasındaki sağlık modellerindeki değişikliği ayrıntılı irdeler.
  9. Birçok fırsatta araştırması yapılmış olan bu ilişkilerin detayları tartışma konusudur.
  10. Burawoy, 2010, p308.
  11. Chang and Grabel, 2004, p17.
  12. Davis, 2006.
  13. Davis’in alıntı yaptığı BM, 2006, s. 23.
  14. Bu hesaplar için Angus Maddison’un kişi başına düşen GSYİH verilerini kullandım; Maddi- son, 2003.
  15. Davis, 2006, s. 19.
  16. Perry, 2008, s. 25.
  17. UN-HABITAT, 2009.
  18. UN-HABITAT, 2008, 2009.
  19. Bkz., Montgomery, 2009.
  20. Cohen, 2004.
  21. Tablo BDT ülkeleri ve Okyanusya’yı dışta bırakıyor.
  22. ILO, 2008, s. 119-121.
  23. Drakakis-Smith, 1987, s. 94’ten alıntı.
  24. Seabrook, 1990, s. 64-95.
  25. Davis, 2006.
  26. Oo and Phua, 2007.
  27. Davis, 2006, s. 138.
  28. Mohan and Dasgupta, 2005, s. 217, 218.
  29. Bu olaylara “doğal” felaketler de dense, insanların nasıl servet ve yoksulluk şeklindeki eşitsiz­liklerle fiziksel olarak ayrıldığını yansıtıyorlar. Zenginler daha güvenli olarak yaşarlar; yoksullar savunmasızdır – öyle ki bazıları hayatta kalanları ve ölenleri ayırmak için yer sarsıntılarına “sınıf sarsıntıları” denilmesini bile önermiştir.
  30. Aksoy, 2005.
  31. UNCTAD, 2009.
  32. Gıda fiyatlarıyla ilgili tartışma için, bkz., Morelli, 2008. 2010-11 ‘de fiyatlar yine sert bir çıkış gösterdi. Kırsal bölgedekiler eğer girdi fiyatları da artarsa artan gıda fiyatlarından kazançlı çıkama- yabilir. Daha kötüsü, kırsal bölgelerde daha çok insan gene gıda maddeleri satın alıyor. Küresel gı­da arzını ilgilendirdiği ölçüde, çıktının artması ve daha azının – tahıla dayalı kaloriler hayvani proteine ya da gıda ürünlerine göre acayip pahalı biyoyakıtlara dönüşürken – et üretiminde verim­sizce kullanılması yeterli olacaktır. Bir spor otomobilin yakıt tankını biyoyakıtla doldurmak bir in­sanı bir yıl besleyecek aynı miktarda tahıl gerektirir; McMichael, 2009. 2050 yılına kadar, küresel nüfus-gıda arzı dengesi projeksiyonları için, bkz., Dorin, Paillard and Treyer, 2011.
  33. McMichael, 2009, s. 238-239’dan alıntı.
  34. Ellis, 2006; Rigg, 2005.
  35. Beall and Fox, 2007, s. 9.
  36. Drakakis-Smith, 1987, s. 49’dan alıntı.
  37. El-Mahdi and Marfleet, 2009.
  38. Zeilig, 2010.
  39. Times, 25 Haziran 2005.
  40. Ooi and Phua, 2007, s. 27-28’den alıntı.
  41. Holloway, 2002.
  42. Yoksul şehirlerde bunun öneminin hissedilmesi için, bkz., Montgomery, 2009.
  43. Bkz., Perlman, 2009; ayrıca Beall and Fox, 2007, s. 10.
  44. Bunu 2003 makalesinde öne sürse de argüman 2006 kitabında devam ettirilmez.
  45. El-Mahdi and Marfleet, 2009, s. 119 içinde.
  46. Mike Davis’in Planet of Slums (Gecekondu Gezegeni), tüm etkisine karşın daha pozitif siya­sal cevaplara ancak gelişigüzel göndermeler yapar. Bkz., Davis, 2006, s. 185.
  47. Munck, 2010, s. 218.
  48. Bu karşılaştırmayı yapmaktaki amacımız, gerçekçilik olarak teselli arayışımız sayılmaz. Yok­sul ülkelerde sendikalaşma düzeyleri genelde öne sürüldüğü gibi geçmiş deneyimden o kadar uzak değildir.
  49. Silver, 2003, s. 171.
  50. Mason, 2007.
  51. Brady and Martin, 2007.
  52. Brady and Martin, 2007.
  53. Zeilig and Ceruti, 2007, s. 74, 77.
  54. Bunu Solidarity Center (Dayanışma Merkezi), 2010’daki verilerden ve Egyptian Land Center for Human Rights (Mısır İnsan Hakları Merkezi) websitesindeki verilerden derledim. Verilerin ek­sik olduğuna kuşku yok. Değişim ilerler ve Mısır devlet arşivleri gerektiği gibi açılırsa bu rakam­lar düzeltilecektir. 2004 yılıyla ilgili iki nokta yılın birinci ve ikinci yarılarını temsil eder.
  55. Seddon and Zeilig, 2005.
  56. Lenin, 1965, s. 355-356.

Referanslar

  • Aksoy, M Ataman, 2005, “The Evolution of Agricultural Trade Flows”, M Ataman Aksoy ve JC i­çinde. Beghin, Agricultural Trade and Developing Countries (World Bank).
  • Bairoch, Paul, 1991, Cities and Economic Development: From the Dawn of History to the Present (University of Chicago).
  • Beall, Jo, and Sean Fox, 2007, Urban Poverty and Development in the Twenty First Century (Oxfam).
  • Brady, Nathan, and David Martin, 2007, “Workers of the Less Developed World Unite? A Multi- level Analysis of Unionization in Less Developed Countries”, American Sociological Review, volume 72, number 4.
  • Burawoy, Michael, 2010, “From Polanyi to Pollyanna: The False Optimism of Global Labor Studies”, Global Labor Journal, volume 1, number 2.
  • Chang, Ha-Joon, and Ilene J Grabel, 2004, Reclaiming Development (Zed Books).
  • Cohen, Barney, 2004, “Urban Growth in Developing Countries: A Review of Current Trends and a Caution Regarding Existing Forecasts”, World Development, volume 32, number 1.
  • Davis, Mike, 2003, “Planet of Slums”, New Left Review, II/24.
  • Davis, Mike, 2006, Planet of Slums (Verso) [Türkçesi: Gecekondu Gezegeni, Metis yayınları, çe­viri: Gürol Koca].
  • Dorin, Bruno, Sandrine Paillard and Sebastien Treyer, 2011, Agrimonde: Scenarios et Defis pour Nourrir le Monde en 2050(Quae).
  • Drakakis-Smith, David, 1987, The Third World City (Routledge).
  • El-Mahdi, Rabab, and Philip Marfleet (eds), 2009, Egypt: The Moment of Change (Zed Books).
  • Ellis, Frank, 2006, “Agrarian Change and Rising Vulnerability in Rural Sub Saharan Africa, New Political Economy, volume 11, number 3.
  • Holloway, John, 2002, Change the World Without Taking Power: The Meaning of Revolution To­day (Pluto). [Türkçesi: İktidar Olmadan Dünyayı Değiştirmek, İletişim Yayınları, çeviren: Pelin Siral]
  • International Labour Organisation (ILO), 2008, World of Work Report 2008: Income Inequalities in the Age of Financial Globalisation (International Institute for Labour Studies).
  • Lenin, VI, 1965, “The Discussion on Self-Determination Summed Up”, Collected Works, volume 22 (Progress).
  • Maddison, Angus, 2003, The World Economy: HistoricalStatistics (OECD).
  • Mason, Paul, 2007, Live Working or Die Fighting: How the Working Class Went Global (Harvill).
  • McMichael, Philip, 2009, “Banking on Agriculture: a Review of the World Development Report 2008$9_$, _Journal of Agrarian Change, volume nine, numbertwo.
  • Morelli, Carlo, 2008, “Behind the World Food Crisis”, International Socialism 119 (winter), www.isj .org.uk/?id=455
  • Mohan, Rakesh, and Shuhagato Dasgupta, 2005, “The 21st Century: Asia becomes Urban”, Economic and Political Weekly(15 January).
  • Montgomery, Mark, 2009, “Urban Poverty and Health in Developing Countries”, Population Bulletin, volume 64, number 2.
  • Munck, Ronaldo, 2010, “Globalisation and the Labour Movement: Challenges and Responses”, Glo­bal Labour Journal, volume 1, number 2.
  • Ooi, Giok Ling, and Kai Hong Phua, 2007, “Urbanisation and Slum Formation”, Journal of Urban Health, volume 84 number 1, www.who.or.jp/publications/2008-2010/KNUS%20thematic_papers/KNUS_ThematicPaper13 .pdf
  • Perlman, Janice, 2009, “Megacity’s Violence and its Consequences in Rio de Janeiro”, in K Koo- nings and D Kruijt (eds), Megacities: The Politics of Urban Exclusion and Violence in the Global South (Zed Books).
  • Perry, Alex, 2008, Falling off the Edge: Globalisation, World Peace and Other Lies (Macmillan).
  • Reader, John, 2004, “No City Limits”, Guardian (11 September), www.guardian.co.uk/world/2004/sep/11/2020
  • Rigg, Jonathan, 2006, “Land, Farming, Livelihoods and Poverty: Rethinking the Links in the Rural South”, World Development, volume 34, number 1.
  • Seabrook, Jeremy, 1990, The Myth of the Market: Promises and Illusions (Green Books).
  • Seddon, David, and Leo Zeilig, 2005, “Class and Protest in Africa: New Waves”, Review of African Political Economy, volume 32, number 103.
  • Silver, Beverly, 2003, Forces of Labor: Workers$7_$ _Movements and Globalization Since 1870 (Cambridge University Press).
  • Solidarity Centre, 2010, The Struggle for Worker Rights in Egypt(Washington: Solidarity Center).
  • United Nations, 2009, World Urbanisation Prospects, 2009 Revision.
  • UN-HABITAT, 2008, State of the World$7_$_s Cities 2008/9_: _Harmonious Cities (Earthscan).
  • UN-HABITAT, 2009, Planning Sustainable Cities: Global Report on Human Settlements (Earths- can).
  • UN-HABITAT, 2010, State of African Cities 2010: Governance,Inequalities and Urban Land Markets.
  • UNCTAD 2009, World Investment Report 2009: Transnational Corporations, Agricultural Produc- tion and Development, (United Nations).
  • Vaughan, Robert, 1843, The Age of Great Cities or Modern Society Viewed in Relation to its Intelligence, Morals and Religion (Jackson and Walford).
  • Weber, Adna, 1899, The Growth of Cities in the Nineteenth Century: A Study in Statistics (Cornell University Press).
  • Zeilig, Leo, 2010, “Tony Cliff: Deflected Permanent Revolution in Africa”, International Socialism 126 (spring), www.isj.org.uk/?id=641
  • Zeilig, Leo, and Claire Ceruti, 2007, “Slums, Resistance and the African Working Class”, International Socialism 117 (winter), www.isj.org.uk/?id=398

Geri dön