Önsöz

Chris Stephenson

“Küreselleşme” kavramının kullanılması, patronların haklarımıza ve yaşam koşullarımıza yönelik saldırısına karşı direnişin imkânsız olduğu bir anahtar ar­gümanın parçasıydı. Söylediklerine göre küresel rekabet, ücretlerin azaltılmasını ve sosyal hakların kısılmasını kaçınılmaz ve direnilmez kılıyordu.

Ama şimdi bu kavram giderek artan bir şekilde küresel direnişin simgesidir. Ve bu durum küresel sol için yeni fırsatlar ve yeni problemler ortaya koyuyor.

Francis Fukuyama, Doğu Avrupa rejimleri 1989’da yıkıldığında “tarihin so­nu” geldiğini deklere etmişti. Demokratik kapitalizmin istikrarlı bir şekilde dün­yada egemen olacağı tezi, hemen ardından Ortadoğu’da ve Avrupa’nın kalbi eski Yugoslavya’da yaşanan kanlı savaşlarla çürütüldü. Milenyumun ilk yıllarında, ye­ni ve istikrarlı bir kapitalist büyüme modelinin varlığı ilan edilmişti. Ancak Karl Marx’ın Kapital’in üçüncü cildinde ifade ettiği gibi “tam çöküş arifesinde işler hep çok iyi görünür”. 2007-8’de başlayan mali kriz Marx’ın fikirlerini tekrar teyit et­miş oldu.

Sosyalizm fikrini mümkün kılan gerçeklik kapitalist sistemin krize girme e­ğilimidir -mümkün ancak kaçınılmaz değil. Komünist Manifesto’da Karl Marx ve Freidrich Engels her zaman başka bir alternatif olduğuna önemle dikkat çekiyor­lar – “çatışan sınıfların yıkımı”.

Kapitalizm insanların ihtiyaçlarını karşılayan istikrarlı ve büyüyen bir sis­tem olsaydı, eşitsiz de olmaya devam etse, rejimin yıkmak için kitlesel bir destek bulmak mümkün olmazdı. Kapitalizmin uzun süren büyüme dönemleri sırasında, emek hareketinin reformizm tarafından belirlenme eğiliminde oldu. Ancak kriz­ler sırasında aşağıdan mücadelelerin gelişme olasılığıyla birlikte, milliyetçilik ve faşizmin ya da her ikisinin de yükselişini görüyoruz. Direniş çok çeşitli politik biçimler alabilir. Kriz karşısında işçilerin pasiflikten kurtulma yolu üzerinde ilk politik durak genellikle bir tür reformizmdir. Güçlü bir sol yok ise ayaklanma din­sel bile olsa kendi ifadesini bulur.

Engels’in saf bir devrim görmek isteyenleri uyardı: böyle bir şeyi asla göre­meyeceklerini yazdı.

Dünya kapitalizmi bir kriz dönemine girmiş durumda ve bunun uzun süre­cek bir kriz olduğu da kesin. Yönetici sınıflar kendi sistem krizlerinin maliyetini işçilere ödetmeye çalışmakta kararlı, ancak nasıl yapacakları konusunda emin de­ğiller. “Tasarruf” etiketiyle yapılmakta olan saldırılar Dünya Bankası, IMF ve di­ğer kurumların daha öngörülü liderlerini bile kaygılandırmış durumda. Talepte yaşanan düşüş ve kemer sıkma politikaları dünya ekonomisini daha da fazla da­raltacaktır. Önerilen önlemlerde yaşanan meşruluk krizi direnişimize meşruluk sağlıyor.

Bugün dünya Marx ve Engels’in yaşadığı dünyadan çok farklı. Marx kapi­talizmin küreselleşme eğilimini öngörmüştü, ancak bu deneyimi yaşamadı. İn­sanlık tarihinde ilk defa dünya nüfusunun yarısından fazlası şehirlerde yaşıyor. Amerika’da, Avrupa’da ya da Ortadoğu’da, mücadele asıl olarak şehirlerde yaşa­nıyor. Şimdi, tüm dünyada mücadelelerin birbiriyle olan ilişkisini ve bütünlüğü­nü görmek çok daha mümkün. Önce radyo ve televizyon, sonra internet ile iletişim teknolojilerinin evrenselleşmesi sayesinde bu etkileşim gerçekten hissedebilir ve duyulabilir oldu. Aynı saatler içinde, Kahire sokaklarındaki sloganlar ABD’de Wisconsin eyaletinin başkenti Madison parlamento binasını işgal eden işçilerde yankısını bulabiliyor.

“İşgal Et” hareketini ve “%99″u tetikleyen kriz Arap Baharı’nı da tetikledi. Tunus, Mısır ve Suriye hükümetleri tarafından uygulanan neo-liberal politikalar ayaklanmaları ateşledi. Ancak her şey ekonomiye ve doğrudan maddi çıkarlara in­dirgenemez. Arap Bahar’ının yaşandığı ülkelerde Arap rejimleri, Batı ve Filistin­lilere karşı İsrail destekçileri uzun süredir hoşnutsuzluğun merkezindeydi. Ekonomik kriz, bu hoşnutsuzluğun başkalaşarak isyana dönüşmesine yol açtı.

Avrupa ve ABD’de kemer sıkma politikalarına karşı mücadele ile Orta Do- ğu’da demokrasi mücadelesi aynı mücadelenin parçalarıdır. Yöneticilerimiz, her türlü ekonomik ya da uluslararası ilişkide, daha az meşruluğa sahip.

Her yükselen mücadele çok önemli politik sorular ortaya koyuyor. Yunanis­tan’da hem Syriza hem de faşist Altın Şafak’ın yükselişi, bu kitapta Kostas La- pavitsas’ın makalesinde tartıştığı Euro politikaları üzerine güçlükler yaşanan bu durumun bir ifadesi. Arap Bahar’ının yaşandığı ülkelere dış müdahale girişimle­ri ise bu durumun başka bir ifadesidir. Her iki durumda da ırkçılık ve sekterlik, ha­reketi bölmek için kullanılan silahlar. Ancak basitçe bu ayaklanmaların emperyalist güçlerin kontrolüne geçeceği düşüncesi düşmanımızın gücünü abart­

maktadır. Mısır’da Mübarek rejiminin yenilgisi Ortadoğu’da emperyalizm, ABD ve İsrail açısından çok büyük bir darbeydi. Uzun yıllardır süren stratejik bir itti­fakın yenilgisiydi. Mübarek’in yerine İslamcı bir parlamentonun gelmiş olması gerçeği, bu devrimin yenildiği anlamına gelmiyor. Yaşananlar yanıttan çok daha fazla soru üretiyor. Ve sol yeni hükümetin çelişkilerine yanıt verecek yetkin bir po­litik strateji geliştirdiği durumda, devrimci hareket açısından çok daha olumlu fır­satların ortaya çıkmasına yol açıyor.

Bu kitaptaki makaleler farklı koşullarda gelişen bu sorularla baş etmeye ça­lışıyor. Türkiye’nin Suriye ile bir savaşa girişme tehdidinin yaşandığı bir dönem­de, Suriye’de yaşanan çelişkilerin doğasını ve müdahaleye karşı çıkmak için nedenlerimizi iyi anlamaya ihtiyacımız var. Tam karşısında yine sınır komşumuz Yunanistan’daki mücadele de çok büyük bir öneme sahip. Bu kitaptaki makale­lerin kemer sıkma politikalarına, savaşa ya da patronların krizine karşı mücade­lemizde işçi sınıfının bedel ödememesini garantilemek üzere kendi katkımızı yapmamızı ve bu mücadeleleri uluslararası bağlamda yorumlamamızı sağlaya­cak bir tartışmaya katkıda bulunacağını umut ediyoruz.

Geri dön