Marx21’in son sayısı kitapçılarda..

marx21-6_web

– Alex CallinicosIrak’taki Güçlü Düşman adlı makalesinde emperyalist işgal ve saldırıların Irak’ta IŞİD’in doğup büyümesine yol açan etkilerine odaklanıyor ve ekliyor: “Batı emperyalizmi Irak’ın ıstırabının esas sorumlusu olduğu gerçeğinden kaçamaz.”

– Philip Marfleet Darbeden Sonra Mısır makalesinde Mısır’da Hüsnü Mübarek’in istibdat rejimini bitiren devrimin ardından Müslüman Kardeşler iktidarının devrimi gerçekleştiren kitlelerde yarattığı hayal kırıklığını belirtiyor; bunun üzerinde yükselen El-Sisi’nin darbesinin devrimin geriye çekilişinin ifadesi olduğunu işliyor.

– Chris Stephenson Korsan Devletle Bütün İlişkiler Sonlandırılmalı makalesinde İsrail devletinin en başından itibaren yürüttüğü “korsanca” faaliyetlerin kısa bir tarihçesini verdikten sonra Türkiye’nin İsrail’in (hala) en yakın müttefiklerinden olduğunun altını çiziyor, İsrail’le ilişkilerin sonlandırılması için atılacak adımların Türkiye’de güçlü anti-semitist damara müsaade edilmeden gerçekleştirilmesinin imkanından bahsediyor.

– Nazan Üstündağ’ın Rojava yazısı (Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi’nin bir konferansında yaptığı konuşmanın metni) kendisinin bölgeye yaptığı ziyarette gözlemlediği devrimci dönüşümün çeşitli izlerini anlatıyor.

– H. M. Çelebioğlu İşçi Sınıfının Değişen Yüzü makalesinde son dönemde uydurulan “kapitalizmin yeni dönemi ve beyaz-altın yakalı çalışan” masalıyla hesaplaşıyor. Beyaz yakalı çalışanların en az mavi yakalılar kadar sınıfsal farklılığa ve ayrımcılığa tabi olduğunu, Gezi Eylemleri’nin neticesinde ortaya çıkan forum, dayanışma evleri gibi yeni örgütlenme biçimlerinin, işçi sınıfının sendika, grev ve parti gibi klasik araçlarıyla bütünleşmesinin gereğinden bahsediyor.

NOT: Kitapçılarda bulamazsanız lütfen bize yazın..

 

 

Önsöz

Chris Stephenson

Barut fıçısı

Bugün yaşadığımız sorunların önemli bir kısmı, alt emperyalist bir güç veya emperyalist ailenin nispeten küçük ferdi olan Türkiye’nin büyük abilerle kurduğu çetrefilli ve çelişkili ilişkinin sonuçlarıdır. Bir yandan büyük emperyalistlerle olan ilişkisinden güç kazanmaya çalışıyor; dolayısıyla bağımsız hareket edemiyor. Diğer yandan da kendi iktidarını korumaya çalışıyor ki bu da pazarlık gücünü artırmak için bir miktar bağımsız hareket etmeyi zorunlu kılıyor.

Bu tutum hem Türkiye hem de bölge halkı için çok tehlikeli. AKP’nin başındaki isimlerin, özellikle de Davutoğlu’nun, Osmanlı hayalleri ya da ümmetçi hayalleri var, ama esas belirleyici olan bu değil. Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelik politikasını Kürt sorununa yönelik politikasından ayırt etmek çok zor. Kürt sorunu en az 100 senelik bir Türkiye meselesi. Değişen birtakım şeyler olmasına rağmen genel politik çizgi aynı. Özal da Demirel de Çiller de benzer şeyleri yaptılar. Özal 1991 Körfez Savaşı için “Bir koyup üç alacağız” dedi. Bütün bu süreçlerde Türkiye devleti, Türkiye sermaye sınıfının çıkarları doğrultusunda hamleler yapmaya, bölgede hâkimiyet kurmak için ABD ile olan ilişkisini kullanmaya çalıştı.
Kürt meselesinde AKP hükümeti sanki hep zikzak çiziyormuş gibi görünüyor. Hükümet barış sürecini benimsediğini ve ilerletmeye çalıştığını söylerken bir yandan da bununla çelişen işler yapıyor. 20 sene önce de benzer bir durum vardı. O dönemde kirli savaş yaşanırken TÜSİAD bir barış süreci planı çıkartmıştı. Ama TÜSİAD kongresinde bu raporu sunacak tek bir iş adamı bulamadılar. AKP hükümetinin ikiyüzlü olması özel bir durum değil. Çiller de Ecevit de ikiyüzlüydü. Bunlar sözde “Kürtler kardeşimizdir” dediler, ama faili meçhul cinayetler, Öcalan’ın Türkiye’ye getirilmesi gibi berbat işlere imza attılar.

Manzarada tek değişen şey AKP’nin orduyu bir miktar kendi hâkimiyeti altına alabilmiş olması. Devletin içindeki dengeler bir biçimde değişti. AKP bir sürü farklı kesimden oy alıyor ve bütün tabanını memnun etmeye ya da bir arada tutmaya çalışıyor. AKP kamuoyu yoklamalarıyla oy tabanını bir arada tutarak iktidarda kalmaya çalışan bir parti. Dolayısıyla Erdoğan bir şey söylerken, Davutoğlu’nun başka bir şey söylemesi son derece doğal, ama aynı zamanda son derece tehlikeli. Bunu bir barut fıçısının üzerinde yapıyorlar. Çünkü Irak’ta, Suriye’de olan bölünmelerin Türkiye’de de yaşanması mümkün. Burada da farklı dinler ve etnik gruplar var. AKP bulanık suda balık avlamaya çalışıyor olabilir, ama net olan bir şey var ki o da AKP hükümetinin bu işi çöz(e)meyecek olması.

Doğrudur; AKP hükümeti Kürtler’in temel sorunlarını çözemez. Bu hükümet Türkiye halklarının sorunlarını çözemez; o da doğru. Çünkü bu sorunlar aslında kapitalizmden kaynaklı. Ama barış AKP hükümetine; neo-liberal, muhafazakar bir hükümete terk edilemeyecek kadar önemli. Türkiye’deki esas sorun tabandaki güçlerin barış için yeterli, sağlam bir toplumsal inisiyatifi ortaya çıkaramamış olmasıdır.

Niçin barış taraftarıyız?

Çünkü bir Türk-Kürt bölünmesi varken sınıf mücadelesini ilerletmek daha zordur. Yaşanan savaş ve genç insanlarımızın ölmesi herkesin sorununu çözecek birleşik bir mücadelenin önünde engel oluyor. Dolayısıyla sosyalistlerin ilkesel olarak ezilen halkların haklarını koşulsuz şartsız savunması gerekiyor. İrlanda’daki barış tüm sorunları çözmedi. Ama en azından bombalar patlamıyor. Bu iyi bir adım. Başka alternatifleri, sol ve birleştiren alternatifleri geliştirmeyi mümkün kılıyor. Bu barış 20 sene önce de olabilirdi; o zaman Süleyman Demirel’le olacaktı. Süleyman Demirel’le, Tansu Çiller’le veya Bülent Ecevit’le barış olur muydu? Elbette olurdu, ama olmadı. 90’ların ortasında TÜSİAD’ın Kürt sorununun çözümü konusunda bir girişimi oldu. Hiç bir yere gitmese de Türkiye sermaye sınıfı için gerçek bir isteği ifade ediyordu. Burjuvazi bir taraftan bu kirli savaşı istemiyor, çünkü Türkiye sermaye sınıfı için çok masraflı. Diğer taraftansa Türkiye’nin bölgedeki hâkimiyeti açısından güçlü bir devletin devam etmesini istiyorlar ve Kürt sorununun çözümünün buna engel olacağını düşündükleri zaman çözümü istemiyorlar.

Bu zikzaklar her zaman yaşandı. Bir barış olacaksa mevcut hükümetle olacak. Ama nasıl bir barış olacağı tamamen koşullara, sosyal hareketlere bağlı. Kötü bir barış da olabilir, başka şeylerin temelini atan olumlu bir barış da; bu bize bağlı.

“AKP ile barış olur mu” sorusu yanlış bir soru; sanki dışarıdan bir seyirciyiz. Sosyalistler için sorulacak soru her zaman “Ne yapmalı?” olmalıdır. Daha iyi bir barış için önce barışı savunmalı ve bunun mücadelesinin içinde yer almalı, Kürt olmayan Türkiye halklarını barış fikrine kazanarak hükümet üzerinde bir baskı unsuru olmalıyız. Demirtaş kampanyası bu işin nasıl yapılabileceğini gösterdi.

Yeni Yaşam Çağrısı

Demirtaş kampanyasında alınan %9,8 oyla küçük de olsa bir Türk-Kürt birleşmesi yaşandı. İlerici güçlerin alternatif bir programla böyle bir oyu alabilmiş olması Türkiye’deki manzarayı değiştiren bir olay oldu.

Son bir kaç ayda 6-7 Ekim Kobanê direnişiyle ilgili olarak bu durumun tehlikeye girdiğine yönelik çok şey söylendi. HDP iki şey yapabilirdi: Ya politik bir eylem çağıracak ve dolayısıyla buna politik bir yön verecekti ya da hiçbir şey yapmayacaktı ve çok daha sekter ve milliyetçi bir eylem gerçekleşecekti.

Kobanê’de yaşananlar karşısında HDP’nin destek çağrısı yapmaktan başka bir şansı yoktu. Şiddet uygulayan unsurların çoğu provokatif, milliyetçi, eski derin devlet yapılanmalarıyla da bağı olan unsurlardı. O günlerde sokaklarda tehlikeli olan Türk milliyetçiliğiydi, Türk milliyetçiliğinin saldırganlığıydı. 6-7 Ekim sonrası HDP’yi bitirmeye yönelik büyük bir propaganda yapılmaya başlandı ve HDP’ye karşı koordineli bir milliyetçi saldırı geliştirildi.

HDP’yi zayıflatmaya dönük pek çok milliyetçi politik söylemle, hatta linç girişimleri gibi doğrudan saldırılarla daha çok karşı karşıya kalabiliriz. Bunlara karşı durmaktan ve de karşı duranların sayısını artırmaktan başka çaremiz yok.

Gericilik şöleni

James Connolly İrlanda’nın Katolikler ve Protestanlar arasında olası bölünmesinden bahsederken “Burada bir gericilik şöleni olacak” diyordu. Aynen öyle oldu. Hem güney hem de kuzeyde teokratik devletler kuruldu. Birleşik bir mücadele sekteye uğratıldığında, güç peşinde koşan mezhepçi güçler ortaya çıkıyor. Suriye ve Irak’ta da gördüğümüz bu durumun tek ilacı tüm bu toplulukların birleşmesi, yoksulların zenginlere, işçilerin patronlara karşı ortak mücadele vermesidir. Şu an maalesef bundan uzağız. Ama unutmayalım hala Rojova’da, Suriye’de seküler, birleşik bir muhalefet mevcut. Suriye’nin Kürt olmayan kentlerinde de seküler, halkı birleştirmeye çalışan Esad karşıtı muhalif güçler var. Ama çok zor koşullarda mücadele ediyorlar ve işleri zor.

Bir devrim girişimi başarısız olduğunda sonuçları çok moral bozucu oluyor. Mısır’da da durum böyle, tam olarak aynı olmasa da Suriye’de de. Suriye’de seküler, birleşik bir isyanla, bir öğrenci isyanıyla başlayan süreç, mezhepçi bir bölünmeyle sekteye uğratıldı. Ama bu mezhepçi bölünmenin nasıl ortaya çıktığını unutmamak gerekiyor. Esad rejimi büyük bir özenle bu bölünmeyi yaratan taraftı. Birleşik isyanların olduğu kasabalarda Sünni, Kürt, Alevi, Hıristiyan ayrımlarını kendi ajanları aracılığıyla kaşıdı. Bu durum bir sürü sekter gücün ortaya çıkmasına yol açtı. Sadece Sünni-şeriatçı güçler değil, aynı vahşetle davranan Alevi milisler de var. Suriye’deki karşı devrim toplum kesimlerinin bölünmesi üzerinden yükseldi. Irak’ta Saddam döneminde Sünni bir azınlığın iktidarda olması gibi Suriye’de de azınlık bir topluluk iktidarda. Sünni bir çoğunluğun yanı sıra Kürtler’in ve Hıristiyanlar’ın yaşadığı Suriye’de Esad’ın babasının iktidara gelmesi, nüfusun %12’sini oluşturan Alevi bir azınlığın iktidara gelmesi anlamını taşıyordu.

Irak’ta emperyalist müdahale

ABD ve batılı güçler 2003’te Irak’ı işgal ettiklerinde ülkeye hâkim olmaya çalıştılar. Bu müdahale ancak böl-yönet politikasıyla başarılı olabilirdi. Irak işgalinin başlarında ABD’ye karşı sadece Sünniler değil, Şiiler de mücadele ediyordu. ABD, Irak’ta hâkimiyet kurmak için bir tarafı seçti ve onu destekledi; tıpkı bir zamanlar İngilizler’in Hindistan ve Kıbrıs’ta ya da Fransızlar’ın Batı Afrika’da yaptığı gibi. Daha büyük bir nüfus üzerinde hâkimiyet kurmak için nüfusun bir kısmına ayrıcalık tanıdılar ve diğerlerini onlarla birlikte ezdiler.

Bu bir hâkimiyet stratejisidir ve her zaman da tehlikelidir. Mezhepçi bir isyan olasılığı yarattığı için geri tepebilir. Sonuçta ABD güneyde Şiiler’i, Kuzey Irak’ta ise Kürtler’i seçti ve hala devam eden bir Sünni isyan yarattılar.

IŞİD bu koşullarda Irak’tan çıktı, Suriye’ye geçti, Suriye koşullarında büyüdü ve Irak’a döndü. 2003’te Irak’ta El Kaide yoktu. Irak’ı işgal ettiler ve orada kocaman bir El Kaide yarattılar. İşgalin ardından Irak’ta berbat bir durum oluştu. Elektrik ve su sıkıntısı yaşayan, sağlık ve beslenme koşullarının çok kötü olduğu, doğru dürüst hiçbir hizmet verilmeyen bir ülke yarattılar. Üstelik eskiden barış içinde beraber yaşayan toplulukları bile böldüler. Bağdat’ta şimdi Berlin Duvarı’na benzeyen, eskiden olmayan duvarlar var. Oysa Irak tarihine bakılırsa etnik ve dini kimliklerin beraber hareket ettiği birleşik bir toplumsal mücadele geleneği olduğu görülür. Bunun en önemli örneği bir zaman Irak’ın en güçlü örgütü olan Irak Komünist Partisi’ydi. Üyelerinin %25’i Kürt olan partide Sünniler ve Şiiler beraber hareket ediyordu. Irak Komünist Partisi’nin sorunu sekterlik değildi. Stalinizm yüzünden Baas devrimlerine teslim oldu ve politik olarak bağımsız bir alternatif sunamadı. Kendilerini lağvettiler, ortadan yok oldular ve katledildiler.

Katliam yapmak hiçbir dinin tekelinde değil

Tarih boyunca Hıristiyanlar da, Museviler de, Hindular da katliam yaptı; Kamboçya’da olduğu gibi ateistler de. Kapitalizm öyle berbat bir sistem ki Kamboçya’da katliamlar yaşanırken Pol Pot rejimini hem ABD hem de Çin destekliyordu. ABD ve Çin’in birlikte desteklediği ateist bir rejim, tarihin en büyük katliamlarından birini yaptı. Endonezya da tarihinde çok büyük katliamlar olan Müslüman bir ülke. Ama bu katliamları Müslümanlar yapmadı. Bunlar komünistlere karşı seküler hükümetler tarafından yapıldı. Bir diğer Müslüman ülke Malezya’da İngiliz askerleri kafa kesip insanlara korku salmak için kesik kafalarla sokaklarda dolaşıyordu.

Katliamları Müslümanlık’la gerekçelendirmek tarihle bağdaşmayan bir görüş. Karşı devrimci dönemlerde iktidar peşindeki dar gruplar çıkarları uğruna katliam yapar. Ortadoğu’daki Müslümanlar’ın talihsizliğinin kaynağı emperyalist müdahaleler silsilesi ve solun başarısızlığıdır. Irak Komünist Parti’si Kasım’ın, Mısır Komünist Partisi Nasır’ın arkasında durdu. Kasım’ı da Nasır’ı da sorunları çözecek ilerici liderler olarak gördüler. Her iki parti de güçlü partilerdi, ancak kendilerini lağvettiler. Tabi ki bu büyük bir hataydı. Her iki ülkede de ya hapse atıldılar ya da öldürüldüler.

IŞİD nasıl büyüdü?

Esad rejimine karşı Suudi ve Katar rejimi Suriye’ye silah gönderiyordu. Esad’ı devirmek için kontrol edebilecekleri güçler arıyorlardı. Amerikalılar da çareyi dini güçlerde görüyordu. Çünkü hiyerarşik bir yapıya sahip mezhep merkezli bir güce, başındaki birkaç kişi zengin edilerek hâkim olunabilir. Ancak demokratik bir hareketi bu şekilde kontrol etmek mümkün değildir, çünkü demokratik bir hareket herkesin isteklerini harmonize etmek zorundadır.

IŞİD’in büyümesini doğrudan doğruya ne ABD ne de Suudi Arabistan planladı. Ama böylesi koşullar bu tür bir gücün ortaya çıkmasına imkân tanıyor. Mevcut kaynakları, yani Amerika’nın gönderdiği silahları ele geçirdiler. Irak’ta orduyu parayla ayakta tutmaya çalışan, yolsuz bir Şii rejim kuruldu. Subaylar para çalıyordu; askerlerin ise durumu çok kötüydü. IŞİD’le olan ilk çatışmalarda önce subaylar askerleri terk etti, askerler de kaçtı. Bu olay askerlerin cesaretsizliğinden değil, subayların hainliklerinden kaynaklandı. Yolsuz, mezhepçi, aynı zamanda zayıf bir rejimin altındaki Irak’ta IŞİD hem Sünni nüfustan destek alabildi, hem de çok bilinçli bir korku politikası izleyerek petrolü ve bankalardaki paraları ele geçirip çok ciddi bir mali kaynak elde etti.

IŞİD vahşeti bir propaganda aracı olarak kullanıyor

IŞİD’in diğer güçlerden farklı yanı kasıtlı olarak vahşi bir örgüt imajını kendisinin çizmesidir. Irak’taki Şii milisler de IŞİD kadar vahşi şeyler yaptılar, ama resmi bir hükümetin desteğiyle bu eylemleri gerçekleştirdikleri için bunların üstü kapatıldı. IŞİD ise az sayıda kişiyle çok büyük bir alana hâkim olmaya çalıştığı için vahşeti bir propaganda aracı olarak kullanıyor.

Bunun bir benzerini İsrail devleti kurulduğunda siyonist çeteler yapıyordu. Araplar’ı korkutup topraklarından kaçırmak için her tarafta kendi yaptıkları katliamların propagandasını yaptılar.
Irak’ta ortaya çıkan ve sonra Suriye’ye geçen IŞİD ile Esad rejimi arasında doğrudan bir ilişki olduğunu söylemek mümkün değil. Ama Esad’ın titizlikle dinsel bölünmeleri körüklemeye çalıştığı bir gerçek. Nüfusun azınlık kesiminden gelen Esad ve babasının ülke nüfusunu bölmek, bir kısmına ayrıcalıklar tanımak ve böylece vahşi rejimlerini sürdürmek ustalıkla yaptıkları bir iş. Kürtler’in yaşadığı bölgede Arap köyleri kurup Arap Kemeri oluşturmaları bu politikaların sadece bir örneği. Aksi takdirde iktidarda kalamazlardı.

Saddam Hüseyin de Kuzey Irak’ta benzer şeyler yaptı. Dolayısıyla Esad’ın IŞİD’i doğrudan desteklemese ya da finanse etmese de IŞİD ve diğer İslami güçlerin büyümesi için gerekli koşulları bilinçli bir şekilde yarattığı kesin.

Irak’ta Şii iktidarın vahşi baskısı altında kendilerini savunacak birilerini arayan Sünniler için IŞİD bu rolü üstlendiğini ilan etti. Ama bu durum kaçınılmaz bir kader değildir ve sonuçta IŞİD de vahşi bir diktatörlük kurdu. Kontrolü altındaki bölgede halkı memnun edemediğinden dolayı çelişkili bir durum ortaya çıkıyor. Sözün özü IŞİD’in bir yeri fethetmiş olması yolun sonu değildir.

Egemenlerin çözümü

ABD liderliğindeki koalisyonun IŞİD’e yaptığı müdahalenin sonucu da diğer bütün emperyalist müdahalelerin sonucu gibi bölge halkı açısından kötü olacaktır. Bu müdahalenin nedenlerinden biri IŞİD’in istikrarsızlık unsuru olarak görülmesinden kaynaklı, ama esas olarak giderek daha da açık bir şekilde ifade ettikleri gibi emperyalistler Ortadoğu’da güçlü bir müdahaleye ihtiyaç duyuyorlar.
Batılı hükümetler açısından müdahaleyi meşrulaştırma sorunu var. Bugün yaşanan vahşet, yoksulluk ve çatışmalar 2003’ün sonucudur. Dertleri Rojova’daki demokratik rejimi savunmak değil. IŞİD onlara; Irak’a, Suriye’ye ve başka yerlere de müdahale edebilmek için meşruluk sorununu çözen çok uygun bir bahane yaratıyor. Kobanê’deki müdahalelerinin ne kadar etkisiz olduğu bunun bir göstergesi. Türkiye ile beraber YPG’ye yol açmak yerine peşmergeyi gönderiyorlar. Peşmerge ABD’ye daha yakın ve daha kontrol altında tutulabilen bir güç. Bu şekilde yardımdan çok bölgeyi kontrol altında tutma fırsatı sağlıyor. Bu, Stalin döneminde SSCB’nin İspanya İç Savaşı sırasında cumhuriyetçi tarafa verdiği desteğe benziyor. Destek o tarafın kazanması için değil, kontrol edilmesi için verilmişti.

Egemenler Suriye’de yukarıdan bir çözüm arayışı içindeler. Ne ABD ne İngiltere ne de Fransa tam olarak ne yapacağını biliyor. Yaptıkları müdahalelerin geri teptiğini, sonuçlarının kendileri için çok kötü olduğunu onlar da görüyor. Bütün bu ittifakların ne zaman, hangi amaçlarla kurulduğunu ve ne kadar süreceğini kestirmek zor. Bir İngiliz diplomatın söylediği gibi: “Yüce meclis hükümetlerinin daimi ittifakları yoktur, daimi çıkarları vardır”. Bu şu anlama geliyor; biz çıkarlarımız için hareket ediyoruz, bize yardım edebileceğinizi düşünüyorsak o zaman beraber hareket edebiliriz, ama her an sizi terk de edebiliriz. İlkelerle hareket etmiyorlar. Şeriat rejimi uygulayan, kol ve kafa kesen, kadınlara araba bile kullandırtmayan Suudi Arabistan rejimiyle 90 senelik bir ittifak sürdüren ABD ve İngiltere için hangi ilkeden bahsedebiliriz?

Diktatör olmasına rağmen eskiden Esad’la da araları çok iyiydi. İsrail Suriye’nin bir parçasını işgal etmiş olmasına rağmen İsrail’le en az sorunu olan devlet Suriye; Ülkedeki Filistinliler’i hep kontrol altında tutmaya çalışan, bazen de Filistinliler’e vahşi bir şekilde saldıran bir iktidar.

Emperyalistlerin “Esad’la bir daha asla” diye bir ilkeleri yok. Esad’a karşı ne tutum alacakları Esad’ın performansına ve kendi çıkarlarıyla uyumluluğuna bağlı. Eğer Esad olası bir plan içinde yer alabiliyorsa, ilkeler yüzünden bunu reddetmezler. Ama büyük ihtimalle iyi bir aday olmadığını düşünebilirler. Çünkü artık nüfusun önemli bir kısmı açısından hiçbir itibarı kalmamış azınlık bir nüfustan geliyor. Ancak böylesi koşullarda ilkesiz ittifaklar da olasılıklar dahilindedir. Esad-IŞİD ittifakı da, Esad’ın başka güçlerle ittifakı da gerçekleşebilir. Koalisyonu oluşturan devletler de bu güçler çeşitliliği içinden işlerine hangisi geliyorsa onunla ittifak yapabilir. Önemli olan bizim bu kararsız ve kemiksiz ittifaklarda taraf olmamamız. Sömürülen ve ezilen çoğunluğun çıkarı bu taraflar arasında değil. Bizim çıkarımız tabandaki çimenleri birleştirmekte.

Rojava’da yapılanlar çok önemli, ama tek örnek de değil. Özellikle Suriye Devrimi’nin başlarında Suriye’nin başka bir sürü yerinde benzer örnekler, farklı dinleri ve ırkları birleştirmeye çalışan demokratik bir muhalefet, kent konseyleri gibi oluşumlar vardı. Bunlar yenilgiye uğrarken Rojova’nın şimdiye kadar ayakta kalabilmesinin nedeni daha örgütlü bir askeri gücün, iradeli bir gücün varlığıdır.

Ama o kadar küçük bir bölgede uzun vadede tek başına ayakta durabilmesi çok zor. Rojava’nın en büyük kantonu Cizirê; Arap-Kürt birliği olan, çok sayıda farklı politik gücün bulunduğu, canlı bir yer. Ama yine de nüfusu 400 bin kişi ve aslında Suriye Devleti’nin parasına bağlı olarak yaşıyorlar. Öğretmenler ve diğer memurlar maaşlarını merkezi Şam hükümetinden alıyor. Çok önemli bir örnek, ancak yayılırsa ve çoğalırsa umut olabilir.

Ne Suriye’de ne de Irak’ta bu kolay bir iş. Burada önemli bir ön koşul emperyalist güçlerden bağımsız durabilmek. Irak’taki Kürtler’den görüyoruz ki kaderlerini emperyalist güçlere bağlayanlar onlara mecbur kalıyor. Irak’taki Kürtler de Arap köylerinde etnik temizlik yaptı. Bu halkın esas sorunlarının çözülmesinin önüne taş koymaktır. Kürtler Arap köylerini boşalttığında yeni bir savaşın, bir Kürt-Arap savaşının hazırlıkları da yapılmış demektir. Bütün bir bölgede esas olarak ırklar, dinler, milletler arasındaki barış bizim için çok önemli bir anahtar.

Kolay bir iş değil, çünkü egemenlerin hepsi buna karşı çıkıyor. Bizi bölerek kendi çıkarlarına göre kontrol ettikleri güçlerin hâkimiyetini sağlamaya çalışıyorlar. Türkiye hükümeti de bu işin içinde, Irak hükümeti de, Suriyelisi de. Elbette ABD, İngiltere, Fransa da bu oyunun bir parçası.

Birleşik mücadele

Geçmiş örnekler birleşik bir mücadelenin imkânsız olmadığını gösteriyor. Fakat bunu becerebilmek için her zaman net olmamız gerekiyor. Özellikle de emperyalist müdahalelerin niyetini iyi anlamalıyız. Tabi ki Kobane’de direnenler için bu çok zor. Kendi bölgelerini savunmaya çalışıyorlar, silahları yetersiz; ABD silah sağlıyorsa, silah silahtır; reddedecek değiller. Ama maalesef o silahlarla beraber başka güçler de bölgeye geliyor. Örneğin ABD’liler bir ön koşul olarak oraya danışman gönderiyor. Onların mücadelesini yoldan çıkartmaya çalışan bir güç oluşuyor.

Türkiye cephesinden “YPG için koridor açılsın”, “IŞİD’e yapılan yardımlar kesilsin” talepleri çok önemli. Kobane’yle dayanışma ruhunu yükseltmek için geliştirilen girişimleri büyütmemiz gerekiyor.

Genel seçim: Tek alternatif HDP

2015 genel seçiminde HDP’nin ne kadar başarılı olacağını kestirmek bugünden mümkün değil. Ancak bizim işimiz HDP projesini savunmak, Demirtaş seçim kampanyası deneyimlerinden hareketle aldığımız oyları çoğaltmak olmalıdır. Kürt hareketinin Rojova’da yarattığı örnek ve IŞİD’e karşı verdikleri direniş, solda duran ama milliyetçiliğin etkisi altında kalmış insanları ve CHP tabanını kazanmayı kolaylaştırıyor.

Başka çare, başka bir alternatif yoksa bölünmemiz, birbirimize düşmemiz olasıdır. Tam da bu nedenle şimdi HDP zamanıdır.