Euro Krizi

Costas Lapavistas

Costas Lapavistas, Londra Üniversitesi Doğu ve Afrika Çalışmaları Okulu Profesörü, Euro krizi hakkında Stefan Bornost’un sorularını cevapladı:

Kristal küreyi açalım: 2015’de hala Euro mu kullanıyor olacağız?

Bazı ülkeler büyük ihtimalle 2015 senesinde Euro kullanıyor olacak fakat E­uro Bölgesi (Eurozone) içindeki ülkelerin hepsinin Euro kullanmaya devam etme­si ihtimal dahilinde görünmüyor. Euro’nun şu anki konumu sürdürebilir değil ve sürdürülemeyecektir de. Euro’yu yıkıma doğru götüren baskı açıkça ortada. Av­rupa tahvil (bono) piyasası bile tıkanmış durumda çünkü finansal yatırımcılar di­ğer bonoları iflas korkusuyla satarak Alman tahvillerine yöneliyor. Sonuç olarak da faiz oranlarını yükseltiyor ve devlet kredilerini ve finansal kurumların normal işleyişini engelliyorlar.

Merkel banka krizinin sorumlusu olarak spekülasyonun kontrolden çık­masına sebep olmuş sorumsuz bankacıları işaret ediyor, borç krizinde ise borçların kontrolden çıkmasına sebep olanların sorumsuz (Akdeniz) hükü­metleri olduğunu söylüyor ve bu iki krizi birbirinden ayırıyor. Bu ayrım an­lamlı mıdır?

Hayır, değil. Kriz 2007’de ABD’de bankacıların ve finansçıların spekülas­yonları sebebiyle oluşan emlak piyasası balonuyla başladı. Alman bankacılar da ABD subprime kağıtlarını satın alarak bu sürece dahil oldu. Bu balon patladığın­da finansal kriz ortaya çıktı ve bu kriz küresel ölçekte bir durgunluğa yol açtı. Durgunluk sürecinde devlet müdahaleleriyle bankalar kurtarıldı ve talebi sürdür­me çabasına girildi. Avrupa’nın birçok ülkesinde yükselen kamu borçları hükü­metlerin savurganlıklarının değil, 2008-9 yılları arasındaki devlet müdahalelerinin doğrudan sonucudur. Ve bugün de yine tehlikede olan bankalardır özellikle Av­rupa bankalarıdır çünkü ellerinde çok fazla kamu borcu bulundurmaktadırlar. 2007-9 krizi Avrupa’da veya diğer ülkelerde tam olarak asla çözülmedi. Avrupa devletleri kamusal finansta bir yıkımla karşılaştığında asıl tehdit yine bankalara yöneliktir. Kriz neredeyse başladığı noktaya geri dönmektedir.

Peki, başka bir analiz de şöyle diyor: Almanlar özelleştirme, tasarruf ve maaş kesintileriyle dolu zor zamanlar yaşamaktadır ve böylesi ciddi sorun­ların içerisinde ülkelerini düzene sokmayı başarmışlardır. Dahası diğer her­kes eğlenmiştir, iyi bir hayat yaşamıştır ve şimdi Almanların bunun faturasını ödemesini istemektedir. Almanlar da anlaşılır bir şekilde bu fatu­rayı ödemek istememektedir.

Alman işçilerin Euro’ya şüpheyle yaklaşmaları normaldir. Euro’yu kurtar­mak için çoğunlukla doğrudan veya dolaylı olarak ücretlerinden alınan vergiler­den oluşmuş kamu bütçesinden para harcanmasını istememektedirler. 15 yıldan uzun zamandır Alman işçiler artmayan maaşlarla sendika gücünden ve refahtan yoksun yaşamaktadır. Alman kapitalizminin yeniden yapılanmasının maliyeti iş­çiler tarafından karşılanmaktadır. Rekabet başarısı ve artan ihracatlar işçiler üze­rinde baskı yaratmaktadır. Rekabetteki başarı üretimdeki artıştan, genel verimlilikten veya özel bir marifetten kaynaklanmamaktadır, bu argümanların hepsi Alman kapitalizmi için söylenen beylik laflardan ibarettir. Az gelişmiş ül­keler (çevre ülkeler- periferi) bu konularda daha başarılı olmuşlardır. Alman ka­pitalizminin üstünlüğü yalnızca işçiler üzerindeki baskıdan kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla Alman işçilerinin kamu bütçesini, Euro’yu ve dahası bankaları kur­tarmak için kullanmaya geldiğinde gösterdikleri içgüdüsel tepkiyi anlamak ko­laydır. Fakat söylemem gerekir ki bu bir yanıyla yanlış anlaşılmış bir tepkidir. Diğer Avrupa ülkelerinde işçilerin son 15 yıldır çok daha iyi koşullarda yaşadık­ları doğru değildir. Çalışan kesimin üzerindeki baskı AB tamamında çok yoğun­dur ve emek genel olarak gelir payını sermaye karşısında kaybetmektedir. Diğer egemen sınıflar Alman kapitalizminin yolundan gitmeyi denedi fakat daha az a­cımasız oldukları için daha az başarılı oldular. Eğer Alman işçiler rahatsız ve öf­keli hissediyorsa bu öfkeyi hükümete ve işverenlere yöneltmelidirler. Çünkü baskının kaynağı Yunan, İtalyan, İspanyol veya diğer işçiler değil kendi egemen sınıflarıdır.

Alman Hristiyan Demokrat Birliği’nden Volker Kauder bu karmaşa­dan, yani kemer sıkma politikalarından ve ihracat odaklı ekonomik politika­dan kurtulmak için Avrupa’nın “Almanca öğrenmesi” gerektiğini söyledi. Alman stratejisi uygulanabilir bir strateji midir?

Hayır, Alman stratejisi kesinlikle Eurozone’u ortadan kaldıracak bir reçete­dir. Alman başarısının sebebi Alman işçiler üzerindeki baskıdır ve bu Alman şir­ketlerine rekabet avantajı sağlamaktadır. İşverenler de bu avantajı Eurozone’un en geniş alanında oluşturdukları ticari üretim fazlasını korumak için kullanmaktadır.

Eurozone etkili bir şekilde Alman piyasası haline gelmişti ve bu, Euro’nun Alman kapitalist sınıfına sağladığı en büyük avantajdır. Fakat biri büyük miktarda ticari üretim fazlası (ihracat fazlası) yaparsa bunun anlamı diğerinin büyük ticari açık vereceğidir. Dolayısıyla Avrupa çevre ülkelerinin açıkları Alman ticari fazlalık­larının bir yansımasıdır. Bu dengesizlik Eurozone’ un istikrarsızlığının temelini o­luşturmaktadır. Eğer Alman egemen sınıfında gerçek bir bilgelik var olsaydı özellikle Euro’nun dolar karşısındaki kur oranı yükselip de Eurozone dışına tica­ret yapmak zorlaştığında kendi ticaret fazlalıklarını kısmaya çalışarak bu denge­sizliğe işaret ederdi. Sonuç olarak Alman politikasının ana eksenini oluşturan, maaş kesintilerine zorlama ve Eurozone’ daki talepleri düşürme politikası Euro- zone’un yıkımının temelini oluşturmaktadır.

Fakat bu hiç mantıklı değil. Neden Alman egemen sınıfı en büyük karı sağladığı Eurozone’u yıkacak bir strateji uygulasın ki?

Bu soru birçok ekonomistin de kafasını karıştırmaktadır. Alman egemen sı­nıfının Eurozone’u yıkmak gibi bir derdi yok çünkü oradan çok büyük karlar el­de ediyor. Fakat bu yaptıklarının sonuçlarını ve çelişkilerini anladıkları anlamına gelmiyor. Anlık ulusal çıkarlar peşinde koşuyor olmaları istemeden sistemin ge­nel istikrarını, hatta dünyanın genelini tehdit ediyor. Öncelikle, hiçbir egemen sı­nıf işçilerin maaşlarını arttırmak istemez çünkü bu, rekabet avantajlarını kaybetmelerine sebep olur. Dahası üretim fazlası kapitalist devletler arasındaki hiyerarşik gücün kaynağıdır ve Alman kapitalistleri bu güçten vazgeçmek isteme­mektedir (bu kapitalist anlayıştaki merkantilist özdür). Herkes “Alman olmalı­dır” söylemiyle aslında temel olarak şunu söylemektedirler; açıkları olan ülkeler işçilerine baskı yapmayı sürdürerek tasarruf etmeye devam etmelidir. Büyük ih­timalle bunun Avrupa’da gelir denge noktasını azaltacağını umuyorlar ve bunun da bir süre sonra genel büyümenin yeni koşullarını oluşturacağını düşünüyorlar. Fakat Eurozone’un ortadan kalkması bu beklentinin oluşmasından daha mümkün görünüyor.

Bazı ekonomistler “bazuka” yöntemini, Avrupa Merkez Bankası’nın devlet borçlarını kapatmak için para basmasını savunuyor. Bu yöntem ya­rarlı olabilir mi?

Bu yöntemin savunuluyor olması yorumcuların ve iktisatçıların ne kadar u­mutsuz olduklarını gösteriyor. O kadar umutsuzlar ki Avrupa Merkez Bankası’nın (AMB) müdahalesini istiyorlar. Yunanistan 2009’da kredi sıkıntısı çektiği zaman krizin tahmin ettiklerinden çok daha şiddetli olduğunu fark ettiler. Son iki sene­dir yaptıkları çeşitli öneriler, Eurobond fikri de dahil hiçbir yere varmadı. En re­zil fiyasko da Avrupa Finansal İstikrar Fonu (AFİF) oldu, sebebi de çok basittir: Merkez güçler çok az gerçek para ortaya koydu, 100 milyar dolardan daha az. Sonra bu parayı leveraj yoluyla 440 milyar dolar gibi gösterdiler. Ve Ekim 2011’de 1,5 trilyon, hatta daha fazla olması için bir leveraj daha önerdiler. Bu saçma sa­pan fikir, AFİF’ten leveraj uygulanmış bu taahhütleri gerçek para koyarak alma­ları istenen Rusya, Çin ve diğerleri tarafından boşa çıkarıldı. Çünkü bu ülkeler nazikçe bu öneriyi reddetti ve Avrupalılara kendi varlıklarını kullanmalarını söy­ledi.

AFİF işe yaramadı çünkü merkez güçler diğer devletleri ya da diğer devlet­lerin bankalarını kurtarmanın maliyetini yüklenmek istemiyor. Bu, Ekonomik ve Mali Birlik’in yapısal zayıflığıdır ve bu zayıflık Euro’nun son şansı olan Avrupa Merkez Bankası politikalarının da önünde engel olacaktır. Güncel öneri, AMB’nin ikinci el piyasasında devlet borçlarını satın alması, bu yöntemle faiz oranlarını a­şağıya çekip krizin etkilerini azaltması yönünde. Bunu yapmak çoğu insanın dü­şündüğü kadar kolay değil ve zor olmasının sebebi Almanların savaş yıllarından bu yana kolektif bilinçlerinde taşıdıkları hiperenflasyon takıntısıyla ilgili değil.

Zor olması AMB’nin kendi yapısı ile ilgilidir. AMB normal bir merkez ban­kası değildir çünkü arkasında gücüyle varlığını garantileyecek tek bir devlet yok­tur. Aksine Alman Bundesbank’ın üstünlüğünün olduğu birçok ulusal merkez bankasından oluşan bir kurumdur. AMB’ye bu günlerde bazıları açıkça ödene­meyecek olan 17 devlet bonosunu satın alması çağrısı yapılıyor. Britanya, ABD ya da Japonya’da olduğu gibi devletin borçlarını satın alması istenmiyor. İflas et­miş devletlerin riskleri AMB’nin bilançosuna dahil edilecek ve dolayısıyla etkili bir şekilde Bundesbank’ın bilançosuna girmiş olacak. Bu şekilde AMB’nin güve­nilirliği azalacak, Euro tehlike altına girecek ve Alman devletinin potansiyel ris­ki yükselecektir. Ve Alman ulusal borcu şu an göz ardı edilemeyecek ölçülerdedir.

Almanya bu talebe mümkün olduğunca karşı çıkacaktır. Doğal olarak da tah­vil piyasası durgun olmaya devam ederse Almanya da bir şekilde baskıyı azalt­mak için AMB’nin İtalyan ve İspanyol bonolarını almasına izin vererek hiç değilse mali birliğin hızla çökmesini önlemek için yumuşayacaktır. Fakat Alman­ya bunun uzun soluklu bir çözüm olmadığının, yalnızca umutsuz nakit ihtiyacı­nın giderilmesine yarayacağının ve hala merkez bankası için bir risk yaratacağının farkındadır. Eğer Almanya AMB müdahalesi konusunda anlaşmaya varırsa AMB’nin mali düzenlemelerinde ciddi değişiklikler talep edecektir.

Son Avrupa Zirvesi’nde üzerinde anlaşılan uzun dönemli çözüm Ortak Avrupa Ekonomik ve Finansal Politikasıdır. Alman Sosyal Demokratları da her zaman istedikleri ekonomi politiğin yaşama geçtiğini söyleyerek bu dek­larasyondan yana tavır aldı. Avrupa’nın “sosyal demokratlaşma” sürecine girdiği anlamına mı geliyor bu?

Kesinlikle hayır. Sosyal Demokratlar Avrupalılaşmayı ve Avrupa entegras­yon sürecinin şu anki durumunu yanlış anlıyor. “Koordinasyon” ve “devlet mü­dahalesi” kelimelerini duyduklarında AB’nin bir çeşit ilerici, Keynesyen, refah devleti odaklı bir proje olduğunu düşünüyorlar. Dolayısıyla, sol bu süreçte ağır­lığını koyabilseydi bazı sosyal politikaları zorlayarak AB’yi daha da ilerici bir konuma getirirdi diye düşünüyorlar. Fakat bu düşünce, hiçbir zaman doğru olma­dı ve son iki yılda da kesinlikle hatalı olduğunu gördük. Zirvenin önerilerini ele alalım. Eğer AB istikrarlı ortak ekonomik ve finansal bir politikada uzlaşırsa (bu konuda şüpheliyim) bu kesinlikle maaşların artmasına, işçi haklarının genişleme­sine, üretimin artışı için kamusal yatırımlara, refahın artmasına yarayan bir poli­tika olmayacak. Daha çok Volker Kauder’in söylediği gibi, tasarruf önlemlerine, maaşlar üzerinde ciddi baskılara, dışarıdan empoze edilen mali bir sisteme yol a­çacak. Bu öneri Alman egemen sınıfından çıkmış gibi görünüyor ve içinde bizle­ri mutlu edebilecek hiçbir şey bulundurmuyor.

Siz Yunanistan’ın Eurozone’dan çıkmasını savundunuz. Almanya’da bu sizi milliyetçi sağ kanatla aynı pozisyona sokuyor. Bu konuda neler söy­leyeceksiniz?

Sağ kanatla aynı pozisyondan çıkış önerisi yapmaya hiç gerek yok. Aksine resmi sol örgütler, Almanya’da ve diğer birçok Avrupa ülkesinde Eurozone kri­zinde aldıkları tutumu savunmalıdır. Bana öyle geliyor ki, en azından Almanya ve Fransa’da geniş sol partiler Alman ve Fransız egemen sınıfıyla aynı safta yer al­dı yani Euro’yu savundular. Avrupa’da şu anki ana politik problem Almanya ve Fransa’daki aşırı sağcıların pozisyonu değildir… İşçi sınıfı pahasına Avrupalılaş­mayı savunma, Euro’yu kurtarma, Euro’nun kurumsal konumunu değiştirmedir. Alman solunun ve Alman sendikalarının büyük kesimi ve Fransız solu pratikte bu politikaları savundu. Merkel ile Sarkozy’nin ortak bir “Avrupa evi” inşa ettikle­rini ve sadece kapıları değiştirip, yeri cilalayarak yeni bir mutfak yaptıklarını dü­şündüler. Ana sol partiler egemen sınıftan bağımsız politika kurma kapasitelerini yitirmiş gibi görünüyor.

Çevre ülkelerin Eurozone’dan çıkması argümanı, Avrupa’yı şu an belirleyen ulusal hiyerarşilerle, sınıf çıkarları bağlarının kopuşuyla ilgilidir. AMB bir çeşit Dayanışma, Barış ve Enternasyonal Anlayış birliği değildir. Mali birlik öncelik­le Avrupa’daki büyük bankaların ve bütün işletmelerin çıkarlarını korumak için oluşturulmuş bir mekanizmadır. Bunu da Almanya ve Fransa gibi merkez ülke­lerin çıkarlarını Yunanistan, Portekiz ve İspanya gibi çevre ülkeler pahasına ko­ruyarak yapmaktadır. Standart Marksist dille anlatırsak, AMB emperyalist bir araçtır. Almanya ve Fransa’nın egemen sınıfları doğal olarak Euro’yu kurtarmak istiyor (bu istek çabalarında başarılı olacakları anlamına gelmiyor). Bana öyle ge­liyor ki sol, özellikle radikal sol bunun ana mücadele alanı olduğunu ve kendile­rini buna göre konumlandırmaları gerektiğini fark etmelidir. Sol, mali birliği kurtarma oyununda yer almamalıdır çünkü işçi sınıfının bu birlikte yeri yoktur. Sol öncelikle işçi sınıfının çıkarlarını gözetmek durumundadır ve bunun anlamı Eu- ro’yu terk etmekse varsın öyle olsun.

Sağ partilerin ve kurumların da çıkış önerisini destekledikleri doğrudur. Bu yüzden sol ilerici çıkış çağrısı yapmalıdır. İşçi sınıfı çıkarlarında derin bir sosyal dönüşüm ihtiyacı olanlar Yunanistan ve diğer çevre ülkelerdir ve Euro’dan çıkış değişim için katalizör olabilir. Bu dönüşüm bankaların kamusal mülkiyetini, ser­maye kontrollerini, gelir ve zenginliğin yeniden dağıtımını ve sanayi politikasının biçimlendirme araçlarında söz sahibi olmayı içermelidir. En önemli amaç istihda­mın ve gelir ile çalışma koşullarının korunması olmalıdır. Son otuz yıldır hüküm süren neoliberal politikalar ile radikal bir kopuş olmalıdır. Eurozone’dan çıkış on yıllardır yaşadığımız küreselleşme trendine karşı ilk gerçek karşı koyuş olacaktır. Bunların ışığında Yunanistan ve diğer çevre ülkeler dengeyi emekten yana değiş­tirecek dönüşüm programlarını benimsemelidir. Bu, sosyalizm için mücadele a­dına daha iyi koşullar yaratacaktır ve mali birlik sınırlarında böylesi bir yol mümkün değildir.

Fakat eğer sol Euro meselesinde karşı çıkmayı ve politik önerilerini Avrupa işçi sınıfının haklı Avrupa Birliği kuşkularına dayandırmayı reddederse aşırı sağ bu boşluktan kolayca faydalanabilir. Euro’nun çöküşü yakınlaştıkça sol radikal bir alternatif sunmazsa sağ kanat fikirler Avrupa insanları arasında yaygınlaşır. Almanya’da Yunanlılar için söylenen ve Yunanistan’da Almanlar hakkında söy­lenen çirkin söylemler bu tehlikenin gerçek olduğunu gösteriyor. Eğer sol Eu- ro’nun düşündükleri gibi olmadığını fark edip bu doğrultuda hareket etmezse işler çok daha kötüye gidebilir.

Affedersiniz, ama Avrupa’da yıllarca savaşan devletlerden ve iki dünya savaşından sonra sol AB’yi ilerici olarak görmek durumundaymış gibi algı­lanıyor. Nasıl bir seçenek öneriyorsunuz? Ortak bir politik üstyapının olma­dığı bir çeşit eski güzel ulus devlete dönüş mü?

Bu argümanı her zaman duyuyoruz, hükümetlerden, siyasi partilerden, sen­dikalardan ve hatta soldan. Fakat ben bunu kabul etmiyorum. AB ima ettiğiniz gi­bi ilerici bir proje değildir. Dahası zaman içerisinde içeriği değişmiştir, AB bugün 50 yıl önceki gibi değildir. AB özellikle de mali birlik geliştikçe açık ve katı sınıf çıkarlarını finans ve büyük işletmelerle savunan ve koruyan bir mekanizma hali­ne gelmiştir. Ayrıca kriz başladığından beri AB iki tane oldukça sorunlu bakış a­çısı geliştirmiştir.

İlki bazı küçük ulusların özerkliği açıkça ve gerekçesiz ihlal edilmiştir. Av­rupa’nın bazı bölgeleri ne yapacaklarını söyleyen merkez ülkelerden komiteler tarafından (Almanlar genelde bu komiteler içerisindeki temel unsurdur) sürekli zi­yaret edilmiştir. Ulusal ekonomik ve sosyal politikaları dikte etmişlerdir. İkincisi ve daha ciddisi ise demokrasi ihlal edilmiştir ve sadece çevre ülkelerde değil. U­zun bir süre boyunca AB, demokrasinin garantörü, Avrupa halkının demokratik haklarını koruyan bir mekanizma olarak görülmüştür. Şimdi görülüyor ki durum hiç de böyle değildir. Görüyoruz ki AB ve özellikle AMB politik alana bölgesel çıkarlar ve şu anki durumda finansal çıkarlar empoze eden bir mekanizmadır. Bankalar yalnızca ekonomik politikalar değil aynı zamanda politik süreçler de dikte ediyor; bakanları ve hükümetleri belirliyor.

AB’de olanların Almanya Weimar Cumhuriyeti’ni hatırlattığını söylemek a­bartılı olmaz. Avrupa halkında demokrasinin yozlaştığına, seçim sürecinin dışın­daki insanlar tarafından kontrol edildiğine ve bölgesel çıkarların emrinde olduğuna dair yaygın bir kanı var. Tehlikeli bir yapılanma oluşuyor. Geçmişin sözleri ve söylemleri üzerinde AB’yi destekleyenler bugünü çok dikkatli düşünmelidir.

Bu geçmişin aksine, AB’den çıkışın yalnızca soyutlanma ile ilgili olmadığı­nı veya Avrupa Halkının Birliği kavramına karşı olmak anlamına gelmediğinin al­tını çizmek isterim. Aksine çıkış argümanı mali birliğin sınıfsal doğasıyla ilgilidir, AB’de neler olduğunu anlamakla ve Avrupalıların Birliği için mücadele etmekle ilgilidir. İşçi sınıfı çıkarlarına, dayanışmasına dayanan bir birlikten daha gerçek bir Avrupalı Birlik olamaz. Bugün Avrupa’nın böylesi bir istikamete ihtiyacı var ve bu yol ancak çalışan kesimden gelebilir. Avrupa’nın geri kalanı, Merkel’in Al­manya’da ve dışarıda yürüttüğü politikalara karşı çıkması için Alman işçilerine ih­tiyaç duyuyor. Almanya’daki bir hareket, çevre ülkelerdeki baskının derhal azalmasına yardımcı olarak, aşağıdan gelen bir Avrupalıların Birliğine doğru dev bir adım olabilir.

Yani diyorsunuz ki Avrupa solu ve özellikle merkez ülkelerdeki, Alman­ya ve Fransa, sol, hükümetlerine karşı Euro’ya dair bağımsız bir pozisyon sergilemelidir? Bu pozisyon ne olmalıdır?

Benden hem çıkış önerisinin çevre ülkelerin işçi sınıfı çıkarlarında nasıl tep­ki göreceğini açıklamamı hem de tüm Avrupa solu için bir program vermemi is­tiyorsunuz. Böylesi geniş bir program ancak kolektif çaba sonucunda ve kendi ülke koşullarını bilen sosyalistler arasında tartışılarak ortaya çıkabilir. Fakat ben Avrupalıların Birliği fikrine dayanarak yeni bir programın gereksinimleri ile ilgi­li bazı noktalara değinebilirim.

Öncelikle Mali Birliğin, birliğe doğru bir adım olduğu fikrini reddederek Merkel’in Avrupacılığıyla bir kopuşa ihtiyacımız var. Ortak bir Avrupalı kimliği fikri muhteşem bir fikir ve Avrupalı insanlara temas ediyor fakat kapitalist sınıf­ların hiyerarşik birliğinden oluşturulmuş bir AB bu fikri gerçekleştiremez. Aksi­ne AB ‘nin bugünkü yapısı Almanlarda ve Yunanlılarda gördüğümüz gibi insanları karşı karşıya getiriyor. Birliği yeniden tarif etmeye ihtiyacımız var ve bu, ancak ulusal özerkliğe ve çevre ile merkez ülkelerdeki demokrasiye saygı temelinde mümkündür.

Avrupalıların Birliği işçilerin mücadelelerine, taleplerine ve isteklerine da­yanmalıdır; aşağıdan gelen gerçek bir dayanışmaya dayanmalıdır. Bunu yapmak için ortak bir mücadele alanına ihtiyacımız var ve kriz bu fırsatı bize vermekte­dir. Elbette ki kriz merkez ve çevre ülkelerde farklı ilerlediği için, büyük ulusal farklılıklar bulunmaktadır fakat temel talepleri oluşturabilecek ortak bir alan da var. Örneğin, gelirin yeniden dağıtılması gerekliliği konusunda ortaklaşıyoruz. Alman işçiler kesinlikle daha yüksek maaşa ihtiyaç duyuyor ve Alman ulusal ü­retim dengesi işçiler lehine değişmelidir. Almanya yerli tüketim pahasına ihraca­tı teşvik eden ekonomik modelden vazgeçmelidir. İşçiler Alman egemen sınıfının politikalarını tersine çevirerek maaş kesintilerine karşı mücadele etmelidir. Zen­ginliğin dağıtımı da çevre ülkeler için hayatidir fakat şu anki acil sorun Euro’dur. Bu yüzden çevre ülkelerin solu Euro’dan çıkışın yarattığı koşullar içerisinde ge­lir dağılımı mücadelesi vermelidir. Merkez sol ise çevre ülkeleri bu konuda des­teklemelidir çünkü bu mali destek ekonomiyi yeniden yapılandıracaktır.

Ayrıca bankalar ve diğer finansal kurumlar üzerinde kontrol, kamusal mül­kiyet ve sermaye kontrolleri olmalıdır çünkü borç verilebilir sermayenin işçilere hiçbir yararı yoktur. Mali politika Frankfurt’taki sözde uzmanların özel alanı ol­mamalıdır. Mali politika demokratik kontrole tabi olmalı ve ülkelerin ihtiyaçları­nı karşılamalıdır. Politikalara karar vermesi için seçilmemiş elitist bir AMB’ ye ihtiyacımız yok.

Ayrıca Avrupa’daki borçların iptal edilmesi de hayatidir. Merkez’deki işçiler sözde mali yardımların merkez bankalarını kurtarmak için çevre ülkelere verilen pahalı borçlar olduğunu fark etmelidir. Bu yük işsizlikten ve büyük maaş ve re­fah kesintilerinden mağdur çevre ülkelerdeki işçilerin üzerine yıkılır. Bu sorunlar hem Avrupa’da hem de dünyanın diğer bölgelerinde ortak bir mücadele alanı ya­ratır.

Eğer merkezdeki işçiler böylesi talepleri sistematik bir yolla zorlamanın yol­larını araştırmaya başlasaydı Euro’yu farklı bir gözle görebilirlerdi. Eğer Alman işçiler önemli kazanımlar elde etseydi, Alman egemen sınıfı da Euro’ya farklı bir gözle bakardı çünkü Euro artık yapısal fazlalar için bir yol olmazdı. Bu şekilde iş­çilerin çıkarları, Avrupalıların Birliği için mücadele etme alanımız olabilirdi. Mer­kez ve çevre solunun Avrupalı kimliğini güçlendirerek, Avrupa’yı bu krizden kurtarma potansiyeli var. Fakat bunun için sol Avrupacılık darboğazından kurtul­malıdır ve makul bağımsız bir program ortaya koymalıdır.

Çeviren: Özlem Gitmez

 

Bu röportajın orijinali 29 Kasım 2011’de Alman dergisi Marx21’de http://marx21.de/content/vi- ew/1572/34, Yunanca çevirisi Aristero Vima’da http://aristerovima.gr/details.php?id=2921, İngi- lizcesi International Socialism Journal’da http://www.isj.org.uk/index.php4?id=776&issue=133 yayımlanmıştır.

 

Geri dön