Kanadalı eko-sosyalist aktivist Ian Angus’ın ilk defa 2016’da yayımlanan ve şimdiye kadar Hintçe’den Korece ve Almanca’ya kadar pek çok dile çevrilmiş olan “Antroposen’le Yüzleşmek – Fosil Kapitalizm ve Dünya Sisteminin Krizi” kitabı Türkçe’ye de çevrildi ve yayımlandı. Ekolojik mücadele ile sosyalist mücadeleyi birleştirme hedefiyle kaleme alınan bu kitap, ülkedeki ve dünyadaki muhalefet hareketi için pek çok ön açıcı unsur taşıyor.
Angus’ın kitabı üç kısımdan oluşuyor. “Analog Olmayan Evre” ismini taşıyan ilk kısımda Angus, Antroposen kavramının ve olgusunun jeoloji ve dünya bilimi temelinde gelişimini ele alıyor. 6 bölümden oluşan bu kısımda kendine dünyayı konu edinen farklı bilim dallarında (jeoloji, iklim bilim, ekoloji vd) faaliyet yürüten bilim insanlarının disiplinler arası bir işbirliği ile dünyayı birbiriyle karşılık etkileşim içinde olan bir sistemler bütünü (veya alt sistemlerden oluşan entegre bir sistem) olarak ele almaya başladıkları ifade ediliyor. Dünya sistemi ismi verilen bu “sistemlerin sistemi” yapı son yıllarda giderek daha fazla üzerinde ortak çalışmalar yürütülen bir alan ve yürütülen bilimsel çalışmalar şu gerçeğin altını kara kara çiziyor: Bir bütün olarak dünya ve onun üstünde yaşayan canlılar ve eko-sistemlerin hayatı korkunç bir tehditle karşı karşıya.
Aslında özellikle Covid-19 pandemisinin yarattığı krizle birlikte bu durum pekçoğumuzun malumu artık. Angus, kitabının ilk kısmında genel ekolojik krizin ayrıntılı bir fotoğrafını zengin bir bilimsel arka plan eşliğinde okuyucunun karşısına çıkarıyor.
Ekolojik krizin kökleri 18. yy.ın ortalarında ortaya çıkan sanayi devrimine kadar uzanıyor. Başlangıçta Britanya’da önce tekstil sanayisinde ortaya çıkan “kitlesel/fabrikasyon üretim” tekniği ilerleyen yıllarda başka sektörlere ve diğer ülkelere yayıldı. Bu dönemin simgesi olan buharlı makinaların temel enerji kaynağı, yakıldığında atmosfere yoğun karbondioksit ve diğer sera gazlarını ve zehirli partikülleri yayan kömürdü. Böylece Britanya’nın liman/sanayi şehirlerinde baş gösteren hava kirliliği önce Avrupa’nın diğer kentlerine ve Amerika’ya ve sonra da neredeyse tüm dünyaya ihraç edilmiş oldu.
İçten patlamalı motorun icadı tüm bu manzarayı hızlandırdı. Ekolojik dengenin bozulmasının şiddetlenmesini ifade eden “Büyük Hızlanma” olgusu, dünyada sanayileşmenin, kentleşmenin ve tarımda yapay gübre ve zehir kullanımın artması gibi hususların yanında içten patlamalı motorun kullanımının yaygınlaştığı 2. Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıktı. Kitabın 57. sayfasında dünya sistemindeki bozulmayı gösteren grafikler (atmosferdeki karbondioksit miktarı, tropik orman kaybı, metan miktarı vb) ile 58. sayfasında yer alan çeşitli sosyoekonomik yönelimleri gösteren grafiklerin (nüfus, ulaşım, gübre tüketimi vb) ortak noktası hemen hepsinin 1950’lerden itibaren yukarı yönde hareketleniyor olması. Dolayısıyla kapitalist ekonomi büyüdükçe dünya sistemi üstündeki basınç artıyor. Son yıllarda özellikle fosil yakıt ve gazlara dayalı enerji üretimi ve tüketimi iklim krizinin en büyük sorumlularıdır.
Kitabın birinci kısmının son bölümünde var olan ekonomik-politik eğilimlerin devamı halinde 2100’e gelmeden ortalama küresel sıcaklığın sanayi öncesi ortalamasının 2 derecenin de üstüne çıkmasının kesin olduğu ortaya konuluyor. Üstelik bazı bilim insanları +4 derecelik ısınma (hatta daha da ötesinden) olasılığından bahsediyor ki şu anda bile sanayi öncesine göre yaklaşık +1 derecelik ısınma söz konusuyken bile neredeyse her gün dünyanın değişik bölgelerinden felaket haberleri alıyoruz. Böyle devam ederse dünyanın bir tarafı kasırgalarla boğuşurken aynı anda başka bir yerin susuzluktan kırılması “yeni normal” halini alacak.
Kitabın “Fosil Kapitalizm” adını taşıyan ikinci kısmında Angus, ekolojik krizin gerçek sorumlusu olan ekonomik-politik sistemin -kapitalizmin- işleyişini ve doğa ve insan toplumu üzerinde yarattığı tahribatı tarihsel bir gelişim çizgisi izleyerek gözler önüne seriyor. En başından itibaren sanayi kapitalizminin fosil yakıtlara olan bağımlılığı ve bu bağımlılığın giderek artması bu kısmın konuları arasında. Kapitalizm doğayı tahrip ederken aynı zamanda yarattığı toplumsal eşitsizlik ve adaletsizlik de giderek artıyor. Üstelik ekolojik krizin yarattığı yıkımdan kaçmak isteyenler mülteci akınının bir parçası oluyorlar ve gittikleri ülkelerde de günah keçisi ilan ediliyorlar. Bu, ırkçılık sorununun artmasını beraberinde getiriyor. Bununla birlikte doğanın tahribinde her “insan” eşit paya sahip değil. Angus, kitabının giriş bölümünde Amerikalı öncü ekolojist Barry Commoner’dan yaptığı şu alıntıyı kitabın ikinci kısmında tarihsel veriler ışığında etraflıca açıklıyor: “Dünya, ne insan özellikle pis bir hayvan türü olduğu ne de sayımız çok fazla olduğu için kirleniyor. Kusurlu olan toplum; insan emeği ile gezegenin kaynaklarından elde edilen zenginliğin yaratılması, dağıtımı ve kullanımı için seçilen yollar hatalı. Krizin sosyal kökenleri bir kez açığa çıktığında bunu çözmek için gerekli toplumsal eylemleri tasarlamaya başlayabiliriz” (s. 27). Kapitalist ekonomi büyüdükçe ve yayıldıkça ekolojik kriz de derinleşti. Bu durum kapitalizmin kar merkezli ve kısa vadeli yaklaşımının bir sonucu. Miyopluk, kapitalizme içkin bir özellik.
Kitabın üçüncü kısmı “Alternatif”i tartışıyor. Angus, bu kısımda piyasa merkezli “çözümler”e karşı antikapitalist alternatifi inşa etme çağrısını yükseltiyor. Bu kısımda ekolojik mücadelenin marksizme, marksizmin de ekolojik perspektife karşılıklı ihtiyacı ortaya seriliyor. Dünyayı kurtarmak ile kapitalizmden kurtulmanın eşzamanlı ve el ele olması bu kısmın temel nosyonu. Kar merkezli değil insani dayanışma merkezli yeni bir toplumsal yapının gerekliliği üstünde duran Angus, kapitalist ideolojinin aksine dayanışmanın ve ortak hareket etmenin insana içkin bir özellik olduğunu ortaya koyuyor. İnsani ihtiyaçların karşılanmasının illa ki ekolojik sorunlara yol açmak zorunda olmadığını ispatlıyor. Bu yüzden “insani” bir dünya aynı zamanda ekolojik dengenin korunmasının mümkün olduğu bir gezegen anlamını da taşıyor. Aynı şekilde “ekolojik” bir dünyanın sömürünün, cinsiyet ve ırk ayrımcılığının ortadan kalktığı, kararların tabandan alındığı, demokratik bir toplum olduğunun/olması gerektiğinin altını çiziyor. Sosyalizmin demokratik özüne sahip çıkıyor:
Ekososyalist bir devrim azınlıkla yapılamaz. Ne kadar iyi niyetli olurlarsa olsunlar politikacılar ve bürokratlar tarafından dayatılamaz. İnsanların büyük çoğunluğunun aktif katılımına gereksinim var. Marx’ın meşhur sözleriyle “işçi sınıfının kurtuluşu, kendi eseri” olmalıdır.
Bu basitçe sadece demokrasi ahlaki olarak üstün olduğu için değil, aynı zamanda gerekli değişikliklerin mümkün olan en geniş insan kitleleri tarafından aktif olarak desteklenmeden, yaratılmadan ve uygulanmadan gerçekleştirilemeyeceği ve uzun süreli olamayacağı için. (s. 252)
Sonuçta kapitalizm devam ettiği müddetçe ne yabancılaşma (insanın kendine ve insani özelliklere uzaklaşması) ne de yabancılaşmayla paralel ilerleyen ve ekolojik krizin temelinde yer alan “metabolik yarık” (bir bütün olarak dünya sisteminin ve toplumun işleyişinde ortaya çıkan kopukluk) sorunları ortadan kalkmayacak. Artık dünyanın sonunun gelmesi sadece bilim-kurgu edebiyatının bir konusu olmaktan çıktı. Bu yüzden Angus çok haklı olarak Macaristan asıllı marksist István Mészáros’tan şu alıntıyı yapıyor:
Eğer Rosa Luxemburg’un çarpıcı sözcüklerini şimdi yüz yüze olduğumuz tehlikelere bağlı olarak değiştirmem gerekseydi “ya sosyalizm ya barbarlık” cümlesine şu şartı eklerdim: “eğer şanslıysak barbarlık”. Çünkü insanlığın tümden yok edilmesi, sermayenin yıkıcı gelişme yolunun nihai ve doğal sonucudur. (s. 222)
Kitabı https://urun.n11.com/politika-ve-siyaset/antroposenle-yuzlesmek-P478802897 adresinden temin edebilirsiniz..