1930’larda sol ve faşizm üzerine dersler
Sol, 1930’larda faşizmi durduramadı. Buradan önemli dersler çıkarabiliriz. 1933’te Hitler’in Almanya’da iktidara gelişine kadar Üçüncü Enternasyonal’in rehberliğinde komünist sol, sosyal demokratları faşistlerden daha büyük düşman olarak gördü ve SPD’yi “sosyal faşistler” olarak adlandırdı. Tabandaki sosyal demokrat işçilerle birlikte Hitler’e karşı ortak bir mücadele yürütmeyi fiilen reddediyorlardı. Kasım 1932 genel seçimlerinde komünist partinin sloganı “Hitler’den sonra biz” idi. Hitler’in iktidara geldiği 1933’ten sonra ise 3. Enternasyonal yeni bir değerlendirme yaptı ve komünist partiler 180 derece dönerek yalnızca sosyal demokratlarla değil, aynı zamanda sözde “demokratik” burjuva partileriyle de eleştirel olmayan bir işbirliği politikasına yöneldi.
Almanya’da Kasım 1932’de yapılan seçimde Hitler’in partisi 11.737.395 oy, sosyal demokrat SPD 7.251.690 oy ve komünist parti KPD 5.980.614 oy aldı. Nazi oy oranı önceki seçime göre düşmüştü, solun toplam oyu yükselmişti ve solun toplam oyu Hitler’in aldığı oydan fazlaydı. Solun üstünlüğü sadece oylarından ibaret değil. Hem SPD hem KPD’nin silahlı teşkilatları vardı. Yine de Hitler’in iktidara gelmesine izin verildi. SPD anayasaya ve devlet başkanı eski Prusyalı muhafazakar general Hindenburg’un Hitler’e başbakanlığı vermeyeceğine güveniyordu. KPD, SPD tabanına bir direniş çağrısı yapmadı. Sonuçta 1933 Ocak ayında Hitler, kabineyi kurma yetkisi aldı ve tüm dünyayı kana bulamak adına kolları sıvadı.
Bu felaketin sonrasında 1933 yılı sonunda yapılan III. Enternasyonal Yürütme Kurulu XIII. Oturumu, “faşizm, savaş tehlikesi ve komünist partilerin görevleri” tezlerinde faşizmi, “mali sermayenin en gerici, en şoven ve en emperyalist kesimlerinin açık terörcü diktatörlüğü” olarak niteledi. Enternasyonal, politik u dönüşünü 1935’teki yedinci kongrede netleştirdi.
Yapılan bu yeni tanıma göre faşizmin gelişiminde asıl tehlike tamamen büyük sermayeden değil mali sermayenin gerici kesimlerinden kaynaklanıyordu. Bu yaklaşım Avrupa komünist partilerin “halk cephesi” politikalarına zemin oluşturdu. Aslında buradaki gerçek amaç SSCB’ye batı ittifakları bulmak için komünist partileri kullanmaktı. Cephe politikalarıyla “çok fazla” yakınlığı olan bu formülasyonun, SSCB’nin o dönem içinde bulunduğu durum ile birlikte değerlendirilmesi gerekiyor. Bu “halk cepheleri” içinde yer alan burjuva partilerinin faşizme karşı demokratik mücadele konusunda hiç de tutarlı olmayacakları kısa bir sürede anlaşılacaktı. Örneğin 1936 yılında Fransa’da kurulan Halk Cephesi hükümetinin son kalıntıları Hitler’e Fransa’yı teslim eden ve Fransız Yahudileri’ni gaz odalarına gönderen hükümet idi.
Faşizmin ortaya çıkışını etkileyen birçok etken var. Bu etkenlerden biri de devrimci ve sosyalist örgütlenme ve mücadelenin içine düştüğü siyasi krizdir. Bir tarafta pratikte nazilere karşı birleşememek, öbür tarafta sosyal demokrat liderlerin anayasal illüzyonlarına karşı mücadele sırasında bir alternatif yaratamamak. Sonucu Almanya’da, Fransa’da, İspanya iç savaşında korkunç yenilgiler oldu.
Türkiye’deki demokratik ve sol/sosyalist güçlerin kavramları; umut, cesaret, direnç, birlik, özgürlük, etik değerler, eşitlik, demokrasi, çoğulluk, laiklik. Bu bir gerçek. Ama olumlu bir gerçek değil. Ve eksik. Solun “laiklik” adı altında kendisini hem milliyetçiliğe hem de kemalizme bağlamış olması her zaman ayağında bir pranga oldu.
Türkiye’de Faşizm
27 Mayıs 1960 darbesinde Albay Alpaslan Türkeş darbenin radyodaki ilk anonsunu yapan zat olarak ortaya çıktı. Onun ağzından çıkan ilk cümle yeni rejimin “NATO’ya ve CENTO’ya bağlı” olduğu idi. Hemen sonrasında albaylar ve generallerin yolları ayrıldı ve Türkeş birkaç kılık değişikliği sonrası açık bir faşist parti olan MHP’yi inşa etmeye başladı. Sol, seçilmiş bir hükümetin darbeyle indirilmesine destek vererek ayağına bir pranga daha bağladı. Büyüyen işçi hareketi yürüttüğü mücadeleyle yeni rejimden önemli kazançlar elde edebilmişti. Ancak halk ilk fırsatta asılan Menderes’in partisinin devamı olan AP’ye oy verdi.
MÇP/MHP’nin yükselmesi, 1970’lerde kendisini sermaye sınıfının işçilere karşı kullanabileceği bir silahlı güç olarak sunmasıyla mümkün oldu.
1980 sonrası MHP’nin yükselişinde Ecevit ve DSP’nin rolü önemli. CHP’nin dışarıdan destek verdiği Anasol hükümetinin Başbakanı Ecevit’in Öcalan’ın tutuklanması etrafında milliyetçiliği kışkırtması 1999 seçiminde MHP’ye zemin hazırladı. DSP yüksek oy aldı. Ancak MHP tarihi boyunca aldığı en yüksek oyu aldı. 1999-2002 arasındaki DSP-ANAP-MHP koalisyon hükümeti MHP için ciddi bir kadrolaşma olanağı sağladı.
AKP 2002’de iktidara geldikten sonra ilk yıllarında bir ölçüde demokratikleşme getirdi. Kadınların giyim konusundaki seçimleri üzerindeki baskıcı kontroller (kademeli olarak) kaldırıldı. Özelleştirmeler pahasına da olsa sıradan insanların sağlık hizmetlerine ve eğitime erişimi arttı.
Ancak AKP, Kürtler’le barış süreci üzerinden iktidarda kalmasının güvence altına alınamayacağını anlayınca Kürtler’in oylarına ve barış sürecine sırtını hızla döndü. Gezi, AKP’nin iktidar üzerindeki kontrolünün ne kadar kırılgan hale geldiğini gösterdi. Bir süre sonra AKP’ye devleti yönetmesi için kadro sağlayan Gülen cemaaatiyle ilişkiler bozuldu. AKP, destek için önce silahlı kuvvetlere ve onun “askeri vesayetine” başvurarak Balyoz davalarını terk etti. 2014 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde CHP ve MHP’nin ortak “muhalefet” adayı Ekmeleddin İhsanoğlu idi. Milliyetçilik ve “laiklik”, CHP’yi kısa süre sonra MHP milletvekili olacak bir adaya destek vermeye yöneltti. AKP 2018’de parlamentoda çoğunluk sağlamak için MHP ile ittifak yaptı, Ekmeleddin İhsanoğlu da etkin bir AKP destekçisi oldu.
MHP artık hükümet ittifakının entegre bir parçası. AKP’nin aşırı milliyetçiliğe dönüşü, bu faşist partinin tabanını tutma ihtiyacıyla pekişiyor. AKP faşist bir parti olmasa da açıkça görüldüğü gibi faşist partinin yükselişini kolaylaştırıyor. Yakın geçmişte hem DSP hem de CHP aynı rolü oynamıştı.
Türk milliyetçiliğinin yükselişi
1913 sonrası Türk milliyetçiliğini teşvik etmek, Türk sermaye sınıfı inşa etmek, Türk milli bilinci oluşturmak İttihad ve Terraki iktidarının kongrelerinde alınan kararlarla başlıyor. Bu politika peşinde Anadolu’dan Rumlar kovuldu, Ermeniler öldürüldü ve her ikisi de Türk sermayesi lehine mülksüzleştirildi.
Türk kapitalist sınıfının yaratılmasına yol açan süreç, Türk solunun halen sırtında taşıdığı ideolojik bir ağırlık yarattı.
1919-1922 savaşı, o dönemde dünyanın en önemli emperyalist gücü olan Britanya için önemli bir yenilgiyle sonuçlandı. Britanya’nın yaşadığı yenilgi, bu acımasız imparatorluğun düşüşünün başlangıcına işaret ediyordu. İngiliz ordusu halifeliğe karşı savaşmak için Ortadoğu’da sahip olduğu kolonilerden getireceği milyonlarca müslüman askere güvenemezdi. İngilizler, vekil olarak Yunan egemen sınıfına güvenmek zorunda kaldı. Ancak savaşa karşı sert bir mücadele veren, erzakların cepheye gitmesini engellemek için grev yapan, savaş karşıtı bir platform kurarak başbakan Venizelos’u 1921 genel seçimlerinde görevden alan Yunan işçi sınıfının gücünü hesaba katmamışlardı ve Yunan ordusu askerler arasında ajitasyonla felç oldu. Son darbe 1922’de Yunan ordusu yenilginin eşiğindeyken İngiliz hükümetinin İngiliz askerlerini göndermek için harekete geçmesiyle geldi. Bu kez “ikinci bir Gelibolu olmasın” diyen mitinglerle tepki veren İngiliz işçi sınıfıydı ve plandan vazgeçilmesi gerekti.
Türkiye’nin emperyalizme direnişinde bolşevik desteğin önemi, Türk kuvvetlerinin doğası gereği “ilerici” olduğuna dair herhangi bir yanılsamaya dayanmamaktadır. Bolşevikler, Sakarya’da Türk tarafındaki silahların yarısına yakınını sağladılar ve amaçları İngiliz emperyalizminin yenilgisi idi.
1919-1922 savaşının dışarıdan resmi böyleyken, Türkiye tarafındaki tablo oldukça farklıydı. İşgale direnişin bel kemiği, Ermeniler’in ve Rumlar’ın mülksüzleştirilmesinden yararlanan Müdâfaa-i Hukuk Cemiyetleri’ydi. İnsanlar savaş konusunda o kadar isteksizdi ki askerler sürüler halinde kaçıyordu. Sadece Sakarya Savaşı’nda tüm askerlerin üçte biri cepheyi terk etti, bu sayı savaşta öldürülenlerin on katı. Mustafa Kemal savaşı “yedek zabıt harbi” olarak nitelendirdi, çünkü pek çok kişi kaçmıştı.
Bu tarih daha sonraki gelişmeler nedeniyle önemli olmaya devam ediyor. Savaştan sonraki dönemde Mustafa Kemal, önce işgale karşı direnişle uğraşan potansiyel rakiplerini ortadan kaldırarak kendi gücünü ve tek parti rejimini pekiştirdi. Daha sonra gücünü sağlamlaştıran bir anlatı sunmak için tarihi yeniden yazmaya başladı. 1927’nin “Nutuk” u bu sürecin merkezindedir. Bunlardan birisi laiklik efsanesi, diğeri ulusal kurtuluş için ilerici bir mücadele olduğuna ilişkin bir dizi mitin yaratılmasını içeriyor. Bu efsanenin yaratılması sebebiyle İslam, 1928’de anayasadan ancak “devlet dini” olarak çıkarıldı.
Kemalizm etrafında yaratılan bu mitler maalesef Türkiye solunun önemli bir kesimi tarafından ya doğrudan doğruya ya da üstü kapalı bir şekilde kabul görüyor. Tarihinin hiç bir döneminde gerçek anlamda laik olmayan bir devletin (günümüzde çok eleştirilen Diyanet İşleri Başkanlığı Mustafa Kemal zamanında oluşturulmuş bir kurumdur!) hakimiyeti altında o devletin yöneticilerinin bir kısmının yürüttüğü “laikçilik” ve onunla kopmaz bağlara sahip milliyetçilik propagandası Türkiye solunu zehirlemeye devam ediyor. “Nutuk” ile başlayan kemalizmin bu mitleştirme süreci özellikle 27 Mayıs Darbesi sonrasında sosyalist solun içinde önemli bir yer kazandı.
Buna karşın geniş halk kesimlerinde örneğin “laiklik”, üniversiteye gitmeyi ya da memur olarak iş bulmayı isteyenlerin istedikleri gibi giyinmesini engelleyen seçkinlerin baskısından henüz yeni kurtulmuş olan nüfusun büyük bir kesimi tarafından sevilmeyen bir kelime olmaya devam ediyor.
Bu, sosyal demokrat solun rejimin milliyetçiliğine ayak uydurmasına, çetelerin ekmeğine yağ sürmesine ve oyların % 20’sinden fazlasını kendisine çekecek bir muhalefet sağlayamamasına neden oluyor.
Faşizme karşı mücadele – Yunanistan’dan dersler
Altın Şafak’ın önde gelen 60 liderinin “suç örgütü üyeleri” olarak mahkum edilmesiyle sonuçlanan önemli bir mahkeme zaferi yaşandı.
Bu, burjuva adaletinin değil, uzun bir süre boyunca sürdürülen birleşik kitlesel seferberliğin zaferiydi.
Buradan çıkarabileceğimiz önemli dersler var:
(a) Şiddet yanlısı nazi Altın Şafak, 2005 yılına kadar dağınık haldeydi ve faşizm karşıtı tutarlı bir eylemlilikle paramparça edilmişti. Altın Şafak’ın marjinal faşist bir gruptan genel seçimlerde % 7 oy alan bir partiye dönüşmesi, 2010’lardaki ekonomik kriz döneminde sosyal demokrat solun başarısızlıkları ve referandumda ezici bir direniş oyuna rağmen “geniş sol ittifak” Syriza hükümetinin AB kemer sıkma taleplerine teslim olmasıyla tetiklendi.
(b) Birleşik cephe Keerfa, Altın Şafak’a her ne şekilde olursa olsun karşı çıkmayı, onlara platform vermeyi reddetmeyi, göçmenlere ve mültecilere karşı eylemlerini engellemeyi taahhüt eden çok sayıda örgütü bir araya getirdi. Mülteciler ve göçmenlerle dayanışma, sürekli ırkçılık karşıtlığı ve milliyetçi propagandaya muhalefet, mücadelenin önemli bir parçasıydı.
Ne yapmalı?
1. AKP’nin MHP ile ittifaka gitmesinin, AKP’nin tabanında kırılma olasılığı yarattığını kabul edelim. Hala birçok dindar Kürt, AKP’ye oy veriyor. Üstelik tabanının geri kalan kısmında MHP ile kurulan ittifaktan belli düzeyde bir rahatsızlık söz konusu.
2. AKP, faşist bir parti değil. Ama faşist bir parti ile ittifak kurdu. Faşistlerin etkisinin büyümesini kolaylaştırıyor.
3. Irkçı, militarist ve milliyetçi fikirleri kamu vicdanında mahkum etmek anti-faşist mücadelenin merkezi bir parçasıdır. Suriye’den ve başka yerlerden gelen mültecilerle ve göçmenlerle dayanışma, Doğu Akdeniz’de ve Ermenistan ile Azerbaycan arasında savaşa yönelik hamlelere karşı çıkmak faşizmle mücadelede hayati önem taşıyor.
4. Bu cephelerin her birinde kendimizi örgütlü solla sınırlandırmadan, mümkün olan en büyük birliği inşa etmeye çalışmalıyız. Bu cephelerden herhangi birinde harekete geçmeye hazırlanan herkes, faşistleri hayal kırıklığına uğratmak için aktif mücadelede bir araya getirilmelidir.
5. Kürt meselesi, faşistler tarafından meşruiyet kazanmak ve muhaliflerine saldırmak için kullanılmaktadır. Kürtler için demokratik haklar kampanyası yapmalı, Kürt sorununa askeri çözümlere karşı çıkmalı, HDP’li politikacıların serbest bırakılması ve seçilmiş yetkililerin görevlerine iadesi için ısrarcı olmalıyız.
6. Faşizm, kapitalizmin vurucu gücüdür; patronlar ve devlet yöneticileri “normal” yollarla iktidarlarını sürdüremeyeceklerini anladıklarında bu vurucu güce başvurur. MHP her zaman demokrasi için bir tehditti ve her zaman öyle olacak. MHP’yi meşru bir parti olarak değil bu vurucu gücün en önemli parçası olarak kabul etmeliyiz. Onun “meşruiyeti”ni ortadan kaldırmak için mücadele her zaman önceliklerimiz arasında olmalı.