Marx21 Bülteni 1. Sayı

Dövizle doğrudan ilişkisi olmayan toplumun ezici çoğunluğu, döviz kurundaki yükselişin etkisini henüz pek fazla hissetmedi. Önümüzdeki birkaç ay içinde işçiler ve yoksullar bunun sonuçlarını yaşamlarında derinden hissetmeye başlayacak.

Kimin krizi?

Dövizle doğrudan ilişkisi olmayan toplumun ezici çoğunluğu, döviz kurundaki yükselişin etkisini henüz pek fazla hissetmedi. Önümüzdeki birkaç ay içinde işçiler ve yoksullar bunun sonuçlarını yaşamlarında derinden hissetmeye başlayacak. Bu nedenle esas krizin henüz yaşanmadığını söyleyebiliriz.

Döviz kurlarındaki yükselmenin nedenini, sıklıkla dile getirildiği gibi, “dış mihrakların saldırısı” ve/veya “hükümetin beceriksizliği” olarak görmek büyük resmi gözden kaçırmamıza neden olabilir. Zaten esas sorun TL’nin değer kaybetmesi de değil. TL’nin düşüşü sadece gelmekte olan krizin habercisidir.

Bültenin PDF dosyasını buradan indirebilirsiniz..

Yurtta kriz, cihanda kriz

Türkiye’nin ekonomik krizi (temposu farklı olsa da) dünyadaki krizlerin bir parçasıdır. 2008 yılında dünya kapitalist sistemi ağır bir darbe aldı. Emlak üzerindeki aşırı borçlanma, emlak fiyatları ve borçlardan türetilen finansal varlıklar üzerindeki spekülasyonun artmasına yol açmıştı. Spekülatif balon patlayınca, bankalar ödenemeyen alacaklarıyla baş başa kaldı; insanlar, borçlarını ödeyemez durumda oldukları için evlerini kaybediyordu. Bu hastalık küresel finansal sisteme bulaşınca ABD’de başlayan çöküş dünyaya yayıldı. Sular yükselmeye başlayınca önce en kısa boylular boğulmaya başladı. İrlanda, Yunanistan, İzlanda, İspanya, Portekiz çok ciddi finansal ve ekonomik çöküşler yaşadı. Küresel krizin Türkiye’yi “teğet geçtiği” söylense de GSYH’da (yıllık yurtiçi üretim) %6’lık bir düşüş yaşandı. Ancak Türkiye’de bir bankacılık krizi yaşanmadı. Bunun iki temel nedeni vardı: 1) Türkiye’de bankaların çoğu 2001 krizinde yeniden yapılandırılmış, yani hortumlanan banka kasaları bizim vergilerimizle doldurulmuştu. 2) Türkiye’deki bankalar patlayan spekülatif balona henüz fazla dahil olamamıştı.

2008 yılında “serbest piyasa” efsanesi çok fena teşhir oldu. Her yerde devletler büyük sermayenin ve bankaların iflaslarını önlemek için trilyonlarca dolar para akıttı. İngiltere hükümeti batan bankaları geçici olarak devletleştirdi. Ancak hala elinde kalan bir banka var. ABD, Avrupa, İngiltere merkez bankaları reel sektörün (üretim yapılan alanın) batmasını önlemek için “parasal genişleme” politikasıyla (quantative easing) piyasaları paraya boğarak faizleri düşürdüler.

Serbest piyasa” ideolojisi, devletlerin piyasalara bu dev müdahalelerine engel teşkil etmedi. Ancak müdahalenin şeklinde sermayenin çıkarlarına dokunmama prensibi belirleyici oldu. Normalde doğrudan devletin kontrolü altında harcanan devletin parası, yani halktan toplanan vergiler, bu sefer “kurtarılan” banka ve şirketlerin kontrolüne bırakılmış oldu. Sonuç olarak bu paranın önemli bir kısmı verimli bir yere değil, sadece yeni spekülatif alanlara aktı. Dünya çapında emlak fiyatları tekrar yükselmeye başladı. Türkiye’ye gelen düşük faizli “sıcak” paranın kaynaklarından biri buydu.

Devletlerin bu şekilde müdahale etmesinin ikinci bir sonucu vardı. Vergiyle toplanan kaynaklar büyük sermayelerin iflasını engellemek için kullanıldı. Ancak bu yardım karşısında sermayedarların mülkiyet haklarına dokunulmadı. Bununla beraber elinde emlak gibi varlıkları olanlar “parasal genişleme”den kaynaklı yeni spekülatif balonlar sayesinde daha da zenginleşti.

Devletlerin krizi erteleme çabaları, vergi ödeyen yoksul halkın elindeki varlıkların bir kısmını daha zenginlere transfer etmekle sonuçlandı. Son 30 senede zengin ve yoksul arasındaki uçurumun dramatik olarak artmasında doğrudan işçi sınıfının hak ve ücretlerine saldırıların yanı sıra bu tür “kriz erteleme yöntemleri” de önemli bir rol oynadı.

Türkiye’de kriz

Son 30 senede üçüncü defa ciddi bir döviz kuru krizi yaşıyoruz. Bunlardan birincisi Çiller’in iktidarda olduğu 1994’te, ikincisi Ecevit’in iktidarda olduğu 2001’de ve sonuncusu da Erdoğan’ın başkan olduğu 2018’de yaşandı. Dolayısıyla bu kriz sadece var olan hükümetin nitelikleri yüzünden çıkmış değil. Tekrar krize girmiş olmamız bu hükümetin önceki hükümetlerden farklı olmasından değil, yeterince farklı olmamasından kaynaklanıyor.

Üç kriz birbirinin aynısı değil ancak ortak yönleri var. Örneğin her üç kriz döneminde de TL kısa sürede %50’lere kadar varan değer kayıpları yaşadı. Önceki iki döviz krizinden sonra reel ekonomide yaşanan çöküş işçilerin ve yoksulların yaşam standartları ciddi ölçüde bozdu. Yaşanan sonuncu krizin de (karşı mücadele olmazsa) böyle bir sonucu olmasını beklemek oldukça gerçekçi.

Liranın değer kaybı ve yoksullar

Krizin yansımalarından birisi TL’nin yabancı paralara göre hızla değer kaybetmesi. Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki tarihinde bir kaç defa böylesi dramatik düşüşler yaşandı.

Türkiye’de 1980’li yıllara kadar sabit, sonra ise esnek (veya serbest) döviz kuru rejimi uygulandığı için bu düşüşlerin gerçekleşme süreçleri birbirinden farklı. Sabit kur sisteminde liranın yabancı paralar karşısındaki değeri ve bu değerin düşürülmesi hükümet (ya da örneğin merkez bankası, para kurulu vs gibi başka bir kamu otoritesi) kararıyla olur. Yerli paranın (TL) yabancı paralar (Dolar, Avro…) karşısındaki değerinin idari bir kararla düşürülmesine devalüasyon adı verilir. Esnek (serbest) kur rejiminde ise paranın değerinin düşürülmesi idari bir kararla ve aniden olmaz. Kurun değeri piyasada oluşan arz/talep ilişkisinin sonucu olarak sürekli değişebilir ve değişimler genellikle zaman yayıldığı için kriz etkisi yaratmaz. Ne var ki serbest kur sisteminde büyük ve hızlı değişimler şok etkisi yaratır.

Kurdaki yükselmenin ilk sonucu ülkedeki mal ve hizmet fiyatlarının yabancılar açısından düşmesi ama ülkede yaşayanlar açısından artmasıdır. Tabii bu durumun yaratacağı sonuçlar her kesim için aynı değildir. Mal ve hizmet üretimini kontrol eden patronların bir kısmı için dünya piyasası daha kolay ve daha kârlı hale gelir. Aynı malı yurt dışında satmak yurt içinde satmaya göre daha kârlı olur. Böylece sermaye yeniden kârlılığını artırabilir.

Komşumuz Yunanistan’ın krizini kötüleştiren faktörlerden biri Yunanistan’ın Avro’dan çıkamamasıydı. Yunan sermayesi kendi para birimine sahip olmadığı için yerli paranın değeriyle oynayamadı. Bu nedenle doğrudan ücretleri keserek, refah devletini parçalayarak işçi sınıfına vahşi bir saldırı yapmak zorunda kaldılar.

Kur krizlerinin Türkiye’deki sonuçlarından birisi ekonominin küçülmesidir. İş yerleri kapanır, işçiler işsiz kalır. Bu durum, işçilerin ücretlerini aşağı çekmek için patronlara yeni bir fırsat yaratır. İşsiz kalan işçi acı çeker; ancak düşük ücretle iş bulabilen de öyle.

Ülkedeki fiyatların yükselmesi reel ücretleri (emekçilerin satın alma gücünü) düşürür. İthal edilen her mal hemen pahalılaşmaya başlar. İthal girdi oranı en az olan tarım gibi sektörlerde bile başta enerji olmak üzere ciddi bir ithal girdi kullanımı vardır.

Kur sistemi ne olursa olsun TL’nin değerinin düşmesinin yoksul halk üzerindeki etkileri bizim tarafın vereceği tepkiden, uygulanacak politikalardan bağımsız değildir. İşçi sınıfı çok kararlı bir mücadele vermezse TL’nin değerinin düşmesinin olası negatif sonuçları her zaman işçilerin, yoksulların yaşam standartlarını aşağı çeker.

Sonuç olarak kurdaki yükselme – eğer işçiler direnmezse – kaynakların doğrudan işçilerden alınıp sermayeye transfer edilmesini sağlayan bir olguya dönüşür. Ayşe Teyze, Hızır Amca yoksullaşırken, kendilerine teyze veya amca diye hitap edilemeyecek patronlar zenginleşir.

TL’nin değer kayıpları tarihi

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Türk Lirası’ndaki en önemli değer kayıplarına bakarsak şu resim net bir şekilde ortaya çıkıyor: Hükümet partileri değişiyor, finans politikaları değişiyor, ancak yoksullar her zaman kaybediyor.

Eylül 1946, TL’nin dolar karşısındaki değer kaybı %53: CHP iktidarı, başbakan Recep Peker. Bu devalüasyon sayesinde Türkiye Mart 1947’de IMF’ye katıldı.

1958, TL’nin dolar karşısındaki değer kaybı %69: Demokrat Parti iktidarı, başbakan Adnan Menderes

24 Ocak 1980, TL’nin dolar karşısındaki değer kaybı %32: Adalet Partisi-Milli Selamet Partisi koalisyonu iktidarda, başbakan Süleyman Demirel

5 Nisan 1994, TL’nin dolar karşısındaki değer kaybı %50: DYP-SHP koalisyonu iktidarda, başbakan Tansu Çiller. GSYH %6 düştü.

19 Şubat 2001, TL’nin dolar karşısındaki değer kaybı %50: DSP-MHP-ANAP koalisyonu iktidarda. GSYH %5,7 düştü.

Ve şu anda yeni bir krizin ortasındayız. TL hızla değer kaybetti. Bundan ciddi bir geri dönüş ihtimali görünmüyor. Genellikle büyük bir düşüşten sonra piyasaların paniği sakinleşince ufak bir dönüş olabilir, ama TL’nin değer kaybı önemli ölçüde kalıcı olacak gibi. İktisatçılar faiz artışını bir çare olarak öneriyorlar. Hem 1994’teki hem de 2001’deki krizlerde faizler göklere kadar yükseltildi ama yine de TL’nin düşüşü önlenememişti. Tabii ki artan faizler TL üzerinden borçlu olan dar ve sabit gelirlileri vuruyor.

Önceki krizlerde kur artışından sonra ekonomide küçülme ve işçi sınıfına ciddi bir saldırı yaşanmıştı. Şimdi de bu saldırının kafası görünmeye başladı.

Türkiye’de de döviz üzerinde aşırı borçlanma iki tarafı boklu bir değnek. Reel işçi ücretlerini aşağı çekiyor. Aynı zamanda patronların dövize endeksli borçları ödenemez hale geliyor.

IMF’nin Türkiye raporları manzarayı net olarak karşımıza koyuyor. Kendileri için yazdıkları ya da yazdırdıkları araştırmalarda çok açık bir şekilde krizin çözümünün “wage suppression” yani “işçi ücretlerini bastırmak” olduğunu yazıyorlar. Örneğin 24 Ocak 1980 kararlarının arkasından gelen devalüasyon ve 12 Eylül 1980 darbesinden sonraki reel ücret düşüşünden IMF çok memnundu. Ama kendi ifadeleriyle “maalesef” 1989’deki işçi direnişleriyle başlayan dönemde ücretler hızla artmaya başladı. Tabii bu, IMF için büyük bir sorun teşkil ediyordu.

Her krizin merkezi sorusu şudur: Faturayı kim ödeyecek? Krizin kurbanı işçiler mi, yoksa krizi yaratan sistemden zenginleşenler mi? Bu sorunun cevabı önceden belirlenmiş değil, mücadeleye bağlı.

Bu krizin özgün yanları

Bu krizin bazı iktisadi yanları önceki krizlerden farklı görünüyor. Bunun iki sebebi var. AK Parti’nin özel politik nitelikleri ve dünyaya hâkim neo-liberal politikaların geç olsa da Türkiye’de uygulanması.

AK Parti hükümeti 2001 krizi arkasından ve bu kriz yüzünden 2002 yılında tek parti olarak iktidara gelebildi. AK Parti tutarlı ve ısrarlı neo-liberal politikaları uygulayan ilk hükümet oldu. Önceki neo-liberalizm dayatma girişimleri eninde sonunda başarısızlığa uğramıştı. 24 Ocak 1980 kararları 1989 yılındaki işçi direnişine yenildi. 1994 krizi sonrası dayatılan Tansu Çiller ve Murat Karayalçın’ın imzaladığı 5 Nisan 1994 IMF anlaşması güçlü bir sınıf mücadelesi sayesinde çöpe atıldı.

2001 krizi ertesinde iktidara gelen AK Parti daha önce planlanıp yapılamayan özelleştirme fırtınasını gerçekleştirdi. Dünyadaki her özelleştirme fırtınasında olduğu gibi kamu malları özel sermayeye haraç mezat devredildi. Tabii ki dünyadaki her iktidar gibi AK Parti de kendisine yakın sermayeyi zenginleştirmeye dikkat etti ve bu sermayeden politik destek bekledi. (AK Parti’nin sosyo-ekonomik yapısını incelemek önemli olsa da bu makalenin konusu değil. Burada sadece krizin iktisadi ve sınıfsal sonuçlarına değiniyorum)

Ayrıca bir dizi başka ülkede olduğu gibi finansal alanda Yap-İşlet-Devret ve benzer sözleşmelerle büyük projeler için borçlanmanın kamu değil özel sektör üzerinden gösterilmesini sağladılar. 2008 dünya krizi sonrasındaki dönemde dünyada esen “ucuz para” havası bu işi çok kolaylaştırdı.

Çeşitli finansal tekniklerle devletin (en azından kâğıt üzerinde) borçlanmasını düşük gösterdiler. Borçlar özel sektöre aktarıldı. Daha doğrusu borçlar özel sektör üzerinden alındı. Örneğin büyük projeler için Yap-İşlet-Devret modeli kullanıyor. Köprü inşa eden konsorsiyum, inşaat masraflarını karşılamak için borç alıyor. Devlet, köprünün geçiş gelirlerini belli (ve uzun) bir süre için inşaatçılara aktarıyor. İnşaatçılara olan borç böylece ödeniyor. Ancak devlet aynı zamanda bu gelire dair garanti veriyor. Bilindiği gibi 3. Köprü ve İzmit Körfezi üzerine yapılan Osman Gazi Köprüsü’nde devlet milyonlarca doları cebinden (daha doğru bizim cebimizden) müteahhitlere ödüyor.

Devletin kasasından çıkan paralara bakıldığında Yap-İşlet-Devret, devlet için pahalı bir borçlanma yöntemi. Müteahhit hiç bir risk üstlenmiyor. Devlet; borç, kamu borcu olmadığı halde borcun taksitlerini sonuna kadar ödemek zorunda.

Bu finansman modeli sadece büyük köprü, tünel, havaalanı gibi projeler için kullanılmıyor. Belediye otobüsleri de aynı şekilde alınıyor (“gelir paylaşım modeli”). Özel Halk Otobüsleri değil; sözde belediyenin kendi otobüsleri bu yöntemle alınıyor. Ya da daha da önemlisi yeni kurulan devlet hastaneleri, benzer bir yöntemle devletin garantisiyle özel sermaye tarafından inşa edilip işletilecek. Bütün bu neo-liberal muhasebecilik hileleri Türkiye’ye özgü değil. Bu kurnaz yöntemlerin yarattığı tahribat dünyanın birçok yerinde var. Örneğin İngiliz devlet hastaneleri ve devlet liseleri de benzer durumda.

Buna karşın AK Parti’nin bir farkı var. Özellikle ilk dönemlerinde sağlık, eğitim ve belediye hizmetleri alanlarında yoksul ve dindar tabanını memnun edecek bir dizi değişime imza attı. Halk, devlet hastanesinde kuyrukta beklemek yerine %20’sini (sonra %30’u oldu) ödeyerek özel hastanede daha uygar bir muamele görme fırsatı elde etti. Başörtülü kadınlara okullara girme ve kamu sektöründe çalışma hakkı yavaş (ama çok yavaş) da olsa verildi. Belediyeler yoksul halkın istediği hizmetleri (hizmetleri kendilerine yakın taşeron şirketlere vererek de olsa) sağlamaya başladı.

AK Parti’nin önceki iktidar partilerinden önemli bir farkı da kitlesel (ve seçim dönemleri dışında da örgütlü olan) bir tabana sahip olması.

Türkiye’de her iktidarın ünlü “pastadan payı” var. İktidarlar, bir şekilde devletin imkânlarının bir kısmını birilerine aktarıyor. AK Parti’nin farkı bu meblağın bir kısmını elindeki vakıfları ve belediyeleri kullanarak gerçek ihtiyaç sahiplerine ulaştırması oldu. Türkiye nüfusun ezici çoğunluğunun yoksul ve dindar olduğunu unutmamakta fayda var. Elbette yolsuzluk da zaman içinde arttı. Buna rağmen kısmen yoksullara çalışan paralel bir devlet mekanizması oluştu. Burada kastedilen “paralel devlet yapısı”, AK Parti bir zamanlar en sıkı ortağı olan Gülen Cemaati değil; AK Parti’nin kendisi.

AK Parti -Türkiye’deki her iktidar gibi- sendikaları kontrol altında tutmaya özen gösteriyor. Başta memurlar için olmak üzere kendi sendikalarını kurdu ya da mevcut sendikalara el koydu. Ancak bu sendikalaşmanın tamamen “sahte” olduğunu söylemek doğru olmaz. Tabii ki patron ve yöneticilerin baskısıyla işçiler bu sendikalara kaydoluyor. Ancak aşağıdan ücret ya da başka konularda baskı gelince bu sendikalar bile belli bir yere kadar işçilere fayda sağlamak zorunda kalıyor.

Dolayısıyla AK Parti iktidarı bir miktar yoksulları tatmin etmek zorunda olan bir iktidar ve epey uzun bir süre bunu yapmayı becerdi. İktisadi memnuniyet yanında iki kez kamuoyuyla açıkça paylaşılan “barış süreci” AK Parti’nin dindar tabanını memnun etti. Güneydoğu’da “Müslüman Müslümanı öldürmeyecekti”. Barış süreçleri bozulunca anketlerde AK Parti ciddi bir kayıp gördü.

Nereye kadar?

Burada sonsuza dek devam edilemeyecek bir çelişki var: Hem neo-liberal iktisadi politikalar uygulanacak, hem sermayenin en az bir kısmına kıyaklar verilecek, hem de aynı anda yoksul halkın bir kısmı memnun edilecek. Bu çelişkinin üzerine 2000’li yıllarda dışarından bolca akan, düşük faizli (ama artık faizi artmaya başlayan) borç para sorunu var. Bu parayla inşaat sektöründe ve büyük projelerde istihdam yaratıldı. Hem doğrudan bu projelerde hem projelerin bütün tedarik zincirinde işçilere ücret veriliyordu.

Bu emlak balonunun ve projelerin cirosundan sermayeye cukka vermek, çalışanlara iş, yoksullara bir miktar refah vermek mümkündü; ama döviz üzerinden devasa bir özel sektör borçlanması pahasına. Önceki dönem bu borç üzerindeki faiz düşük olduğu için görünürde bir sorun yok gibiydi. Ancak dünyada faizler yükselmeye başlayınca bu borçların ödenemeyeceği korkusu yayılmaya başladı.

Bir miktar kafası çalışanlar (Ali Babacan ve Mehmet Şimşek gibi eski AK Parti bakanları da dahil) uzun bir süre cari açık ve özel sektörün borç yükünün uzun vadede sürdürülebilir olmadığını nazik bir şekilde ifade ediyordu. Ancak Karl Marx’ın anlattığı gibi kapitalizm krize doğru gittiğinde her şey daha güzel gidiyor gibi görünür… ta ki güzel gitmeyi bırakana kadar.

Ve böyle oldu. 2001 krizinin fırlatılan bir anayasa kitapçığı ile ilişkisi ne kadarsa (ki yoktu) 2018 krizinin Trump ve Rahip Brunson ile alakası da o kadardır. Bu, dış mihrakların yarattığı bir kriz değil. Bu kriz, AK Parti’nin kendi çelişkilerini aşma çabalarından çıkan bir krizdir.

Trump’ın rahip meselesini bahane ederek ilan ettiği çelik ve alüminyuma gümrük vergisi artışı tetikleyici rol oynadı. Vergilerin gerçek ekonomi üzerindeki etkisinden değil. Türkiye’de çok az alüminyum üretiliyor. Türkiye’nin ciddi bir çelik ihracatı (ve ithalatı: en az 400 çeşit çelik var – hepsi aynı değil) var. Ancak ABD ile olan gelişmeler paralelinde Avrupa Birliği’nin Çin’den gelen çeliğe uyguladığı ek gümrük vergileri sayesinde Türkiye’den Avrupa Birliği’ne olan çelik ihracatında patlama yaşanıyor. Trump sayesinde çelik ihracatımız çökmeyecek.

Bu gümrük vergilerinin tetikleyici etkisi vergilerin doğrudan sonuçlarından kaynaklanmıyor. Hükümetin “yeni Osmanlı” heveslerinden doğan, ABD ve Türkiye’nin Suriye politikalarının arasındaki çatışmalar gibi diğer dış politika meseleleri çok daha önemli. Eğer dış politikadaki bu gelişmeler Türkiye’nin ABD’den uzaklaşması ve Rusya’ya yakınlaşmasının işareti ise spekülatörler hesap edemeyecekleri riskleri sevmez. Bu, bardağı taşıran son damla oldu ve kriz patlak verdi.

Şimdi nereye?

Döviz kuru nereye giderse gitsin bu kriz başlamıştı. Bunun etkisini maalesef hepimiz önümüzdeki haftalar ve aylarda cebimizde hissedeceğiz. Olacak olanları 1994 ve 2001 krizlerinden tahmin edebiliriz. Düşen TL değerinden olumlu etkilenen sektörler olacak (örneğin otomotiv ve turizm), ancak ekonominin motoru olan inşaat sektörünün kaderi kötü. İşçiler işten atılacak, genel istihdam azalacak. Hem ekonomi inişe geçecek hem de fiyatlar yükselecek.

Kriz 16 senedir Türkiye’de uygulanan neoliberal politikalar ve dünyadaki 2008 krizi sonrası gelişmelere bağlı olduğundan sistemle uğraşmadan kolay bir çözüm üretmek mümkün değil. “Merkez bankasının özerkliği”nden bahsedenler sadece neo-liberal hastalık için neo-liberal tedavi öneriyorlar. “Faizleri yükseltmek gerekiyor” diyenler aynı hataya düşüyor. Döviz kurlarını savunmak için kapitalist ekonomiler faiz yükseltir; bu, krizi çözmez, sadece geçici olarak ekonomiyi resesyona sokmak pahasında da olsa kurun oynaklığını azaltır. Ancak temel kriz derinse faizler kuru bile savunamaz. 1994 ve 2001 yıllarında faizler göklere çıktı, ama kur yükselmeye devam etmişti.

Durum düzelecekse biri bedel ödeyecek. Her zamanki gibi sorun, bu bedeli kimin ödeyeceği.

Krize doğru ilerlerken her şey çok güzel görünürken, büyük ve küçük sermayedarlar, eski ve yeni sermayedarlar ceplerine bol para, devletin parası (yani bizim paramızı) indiriyorlardı. İşleri biraz zora girince devletten vergilerinin affedilmesini istediler. Maaşlarımızdan kesilen vergilerse kesilmeye devam etti. Sermayenin borçları affedildi. Biz bütün devleti finanse etmeye devam ettik. Fiilen para bizden alınıp sermayeye verildi.

Şimdi gemi gerçekten batıyor. “Hepimiz aynı gemideyiz” deniyor. Ama bazı yolcular çoktan filikalarda yerlerini rezerve etmiş, güvertede keman çaldırıyorlar. Biz boğulma tehlikesiyle karşı karşıyız.

Bütün bu manevralar yüzünden eşitsizliği ölçen Gini Endeksi’ne göre yapılan OECD sıralamasında dünyanın en eşitsiz altıncı ülkesiyiz. Sadece Güney Afrika, Costa Rica, Meksika, Brezilya ve Şili bizden daha kötü.

Krizden çıkmanın tek yolu zenginlerin zenginliğine el koymaktır. Vergi ödememiş şirketlere el konulmalı ve bir daha da özelleştirilmemelidir.

Bu çok soyut ve uzak bir talep gibi gelebilir. Bu yoldaki ilk adım, krizin faturasını ödemeyi reddetmektir. Fiyatlar yükselince ücretlerde acil zam talep etmek lazım. Patronlar fiyatlarını yükseltirken biz de emeğimizin fiyatını yükseltmek zorundayız. İşyerlerinin kapatılmasını izin vermemek lazım. İşçilerin işten atılmasına izin vermemek lazım. “Eee, hani aynı gemideydik!” demeliyiz.

Sonuç

Hükümet, iktidar çevreleri ve büyük sermaye bizi buralara kadar getirdiler. Onların sistemini, onların zenginliğini savunmak için herhangi bir sorumluluğumuz yok ve olamaz. Şimdiden yoksulların, emekçilerin ve işçilerin haklarını savunmak için kollarımızı sıvama vakti geldi.