Seçimlerde ne olursa olsun yapmamız gereken, savaş politikalarına karşı net duruşu sergileyen Demirtaş’ın ve HDP’nin gücüne güç katmaktır.
H. Mesut Çelebioğlu
24 Haziran “baskın seçim”i toplumun her kesiminde rastlanılan kafa karışıklığının hem bir yansıması hem de onun nedenlerinden biri haline geldi. Devlet Bahçeli’nin attığı erken seçim pasını Erdoğan’ın bu kadar hızlı almasının nedeni olarak sunulan gerekçelerden biri, Erdoğan’ın kendisini en güçlü hissettiği anda (özellikle Afrin “zaferi”nin etkisiyle) seçime girmek istemesiydi. Diğer bir yaklaşım Erdoğan’ın ciddi bir ekonomik-politik kriz olmadan önce sandığa gitme telaşına bağladı. Biraz daha spesifik yaklaşım ise Akşener’in partisinin seçime girmesinin engellenmesi yönündeydi.
Görünen o ki Erdoğan’ın “jet” seçim kararının nedeni bu tekil gerekçelerin bir bileşimi. Aslında bu tekil gerekçelerin ortaya çıkmasında rol oynayan tek bir temel faktör var: İstikrarsızlık.
Dünya ekonomisinin ve buna bağlı olarak politik hayatın giderek kaosa doğru sürüklendiğine şahit oluyoruz. 2007’de patlayan ekonomik krizinin açtığı yaralar çok zor kapandı, ama bandajların altındaki yaralar kanamaya devam ediyor. Gelişmiş ülkeler de dahil tüm dünyada ortalama yaşam koşullarının bozulması toplumları daha radikal partilere veya söylemlere kulak kabartmaya doğru itiyor. Bu radikalleşme eğilimi kendisini daha ziyade sağda ifade ediyor maalesef. Irkçılığın ve diğer pisliklerin bu kadar gün yüzüne çıkması mide bulandırıcı. Ancak Trump, Putin, Erdoğan, Le Pen, AfD ve daha nicelerinin neredeyse eş-zamanlı ortaya çıkması ve güçlenmesi bir tesadüf değil aynı zamanda.
Herhangi bir ciddi ekonomik-politik kriz veya kriz olasılığına karşı egemen sınıf, gemlere daha sıkı asılma ihtiyacı duyar. Dolayısıyla krizin veya beklentisinin var olduğu dönemler, aynı zamanda egemen sınıfın iktidarı merkezileştirme-yoğunlaştırma uğraşısı verdiği dönemler olur. Bu anlamıyla Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı sistemi dediği ne deveye ne kuşa benzeyen ucube, bunun örneklerinden biridir.
“Yeni Türkiye” ne kadar yeni?
Erdoğan, toplumun karşısına “yeni Türkiye” sloganıyla çıkıyor. Ona göre eski dönemde krizler, yoksulluk, baskı varken bunlar artık yok veya kısa zamanda yok edilecek. Türkiye’nin karşısındaki keskin sorunları eski yöntemlerin çözemediğini, yeni rejimin bürokrasiyi azaltması sayesinde doğrudan müdahalelerle bu sorunların aşılabileceğini iddia ediyor.
Oysa Erdoğan’ın Türkiyesi ileride OHAL ile, çoğunlukla masum insanların işten atılıp açlığa terk edilmesi ile, gazeteci, siyasetçi ve akademisyenlerin haksız yere tutsak edilmeleri ile, yolsuzluk bataklığı ile, savaş politikaları ve ırkçılık ile yan yana anılacak.
Bunlar aslında bizim hiç de yabancısı olmadığımız mevzular. Ancak ekonomik-politik kriz bataklığına doğru hızla yuvarlanıldığı için baskının dozu giderek artırılmaya çalışılıyor. Dolayısıyla şu anda karşımızdaki manzara Erdoğan’ın kişisel iktidar hırsıyla Türk egemen sınıfının bütünsel çıkarlarının çakışmasından ibaret.
Bu yüzden “ne olursa olsun da Erdoğan’dan kurtulalım” mantığıyla hareket edersek çıkmaz sokaklara sapmamız işten bile değildir. Bunun emarelerine seçim ittifaklarının oluşumunda ve ortak aday tartışmalarında da rastlıyoruz.
Buraya nasıl geldik?
AKP 2002’de hükümete geldiğinde karşısında bulduğu laik cepheci-milliyetçi egemen kampın basıncına dayanabilmek ve gerçekten “iktidar olabilmek” için AB perspektifi dahilinde demokrasi, barış, sosyal adalet söylemlerine sarılmıştı. Daha yeni seçilmişken topluma YÖK, Kıbrıs ve Kürt meselelerini tartıştırması, Türkiye’de solun bir kesiminin dahi kendisine sempati duymasını sağladı. Cumhuriyet tarihinde ilk defa bir başbakanının Diyarbakır’da Kürt sorunundan bahsetmesi Kürt oylarının önemli bir kısmının AKP’ye kaymasını beraberinde getirdi.
Ancak bu “demokratik maske” 2013’teki Gezi Eylemleri’nde düştü ve altındaki çirkin surat ilk defa net bir şekilde ortaya çıktı. Gezi’nin vahşice bastırılması AKP ve Erdoğan’ın “demokrasi şampiyonluğu”nun sonunun başlangıcı oldu.
Arkasından patlayan 17-25 Aralık yolsuzluk skandalı AKP’nin en önemli müttefiği Gülen’le ortaklığının geri dönülmez bir şekilde sona erdiğinin ilanı oldu. Skandal aynı zamanda AKP’nin ahlaki üstünlüğünü de tamamen sıfırladı. “Çalıyorlar ama çalışıyorlar” söylemi AKP tabanının kendini ikna etmek için yavaş yavaş zorlanmaya başladığının bir göstergesiydi de aslında.
HDP’nin kurulmasıyla Kürt hareketi ile CHP’nin solunda yer alan toplumsal muhalefet unsurlarının önemli bir kısmının bir araya gelişi, Erdoğan’ın eski politik yöneliminden tamamen vazgeçmesinin temel nedenlerinden biri oldu. Kör topal da olsa yürütülen Barış Süreci, Kürt oylarının AKP yerine HDP’ye yönelmesini beraberinde getirmişti. 2014’te cumhurbaşkanlığı seçimini karşısına alternatif diye dikilen Ekmeleddin saçmalığı sayesinde Erdoğan kolayca kazandı, ancak o seçimlerde yüzde 10’u zorlayan bir oy oranına ulaşan Demirtaş hem Kürt halkı için hem de solun önemli bir kesimi için yeni bir soluk ve umut haline geldi.
2015 Haziran seçimleri ise aslında AKP’nin ilk defa kaybetmeye bu kadar yaklaştığı seçim oldu. Şubat’ta kurulan Barış Masası, bir hafta sonra Erdoğan tarafından tekmelenmişti. Toplumun önüne başkanlık sistemi alternatif olarak sunuldu. Demirtaş’ın “seni başkan yaptırmayacağız” çıkışı Erdoğan’ı ölesiye öfkelendirdi. En önemli müttefiği Gülen’i kaybeden, gırtlağına kadar battığı yolsuzluk batağı afişe olduğundan ciddi bir meşruiyet krizi yaşayan Erdoğan, iktidarını koruyabilmek için yeni ortaklar arama derdine düştü. Bu yüzden bir önceki dönem gırtlak gırtlağa geldiği devletin milliyetçi kanadıyla arasını düzeltmek için başta Kürt sorunu olmak üzere Türkiye’nin kangren haline gelmiş sorunlarında “fabrika ayarları”na ricat etti. Bütün seçim stratejisi, parti olarak seçime katılan HDP’yi baraj altında bırakıp Kürt illerindeki vekillerin hemen hepsini kapmaya yönelikti. Ancak HDP yüzde 13’ü aşan bir oy oranı yakaladı (bu daha önce hiçbir toplumsal muhalefet hareketinin ulaşamadığı bir orandı). AKP yüzde 40’ın biraz üstünde bir oyla ve kendi başına hükümet kuramayacak bir durumla karşılaştı. AKP’nin yaşadığı şok kendisini örneğin Erdoğan’ın bir hafta boyunca tv’lerde gözükememesi olarak göstermişti.
Erdoğan, Ortadoğu’nun lideri olma hayalini gerçekleştirebilmek için en başından itibaren Suriye iç savaşına dört elle sarıldı. Suriye’de sadece ayrıntılarda farklılaşan islamcı gruplara silah, para ve eğitim imkanı tanındı. Bunların bir kısmı açık açık (eğitim kamplarının kurulması, Suriyeli muhaliflerin Türkiye’de toplantılar örgütlemesi vb.), bir kısmı ise “MİT tırları” olayında gözler önüne serildiği gibi gizlice gerçekleştirildi. Suriye’deki yaşanılanların islamcısı-laiki Türk egemenlerini birleştiren noktası ise ülkenin kuzeyi Rojava’da Kürt hareketinin özerklik ilan etmesi ve başta IŞİD olmak üzere radikal islamcı örgütlere karşı başarılı bir direniş göstererek bu özerkliği güçlendirmesi oldu.
Böylece Suriye, Erdoğan ile devletin ergenekoncu-milliyetçi kanadının fiili ortaklığının kurulmasına zemin oluşturdu. Suruç ve Ankara’da patlamasına müsaade edilen bombalar, Ceylanpınar’da iki polisin öldürülmesi (“PKK yaptı” denildi, ama katil zanlısı olarak tutuklananlar birkaç ay önce mahkemede beraat ettiler; polislerin öldürülmesi hala faili “meşhur”) gibi provokasyonlarla birlikte Kürt illerinde tırmandırılan şiddet; Sur’un, Cizre’nin dümdüz edilmesiyle “bastırıldı”!
Yükseltilen şiddet ve milliyetçi histeri AKP’ye hem yeni bir müttefik – Bahçeli – hem de çok ihtiyaç duyduğu meclis çoğunluğunu 1 Kasım seçimlerinde sağladı. Hepi topu 2-3 sene öncesine kadar seçim meydanlarında birbirlerine urgan sallayan Erdoğan-Bahçeli ikilisi, MHP’nin bölünmesinin de etkisiyle hemen hemen aynı frekansta buluşuverdi.
AKP’nin eski derin devletçi-ergenekoncu-milliyetçi kanatla kurduğu ittifak hiç de sağlam değil. Zira müttefikler birbirlerine hiç güvenmiyorlar ve kendi aralarında güç mücadelesi yürütüyorlar. Öyle ki her an silahlarını birbirlerine doğrultabilecek pozisyondalar. Bunun yanında Türkiye’deki ekonomik-politik istikrarsızlık ortamı egemen güçlerin her türlü çılgınlığa girişme potansiyelini açığa çıkarıyor.
Bunun en uç örneklerinden biri 15 Temmuz darbe girişimi oldu. Darbe içinde yer alanların önemli bir kısmı cemaat bağlantılıydı. Ancak darbe girişimine katılan subayların bir kısmının, yargılandıkları mahkemelerde kendilerini laik-atatürkçü olarak tanımlamaları ve/veya o şekilde bilinmeleri önemlidir. Türkiye’de toplumsal istikrarsızlık arttıkça egemen sınıf içindeki farklı kanatlar arasındaki güç mücadeleleri daha kanlı, daha vahşi halde yaşanıyor. Aynı zamanda iktidar mücadelesi içinde daha önce yan yana gelemeyeceği düşünülen kanatlar bir anda ittifak kurabiliyorlar. Tabii ki bu ittifaklardan hayırlı sonuçlar veya toplumsal sorunlara nispeten daha demokratik çözüm önerileri beklemek hayaldir. Pragmatik gerekçelerle kurulan bu ittifaklar, ülkedeki koyu istikrarsızlıkla birlikte ele alındığında hızla dağılma potansiyelini de içlerinde taşıyor.
Darbe gecesi devlet katında neler yaşandığını tam olarak bilmiyoruz. Ama kuvvetle muhtemel olan, Erdoğan’ın gün boyunca müstakbel ortaklarıyla pazarlıklar yaptığı ve onların en azından pasif kalmalarını bir şekilde sağladığıdır. Darbeden sonra atılan adımlar – örneğin ülkenin komple OHAL’le yönetilmesi, baskının ve şiddetin dozunun giderek artması, Suriye’ye yapılan askeri operasyonlar – AKP ile ergenekoncu-milliyetçi kamp arasındaki ilişkilerin daha da sıkılaşmasının göstergesidir.
Elbette darbe günü ve sonrasında ölenler, yaralananlar, darbe sonrasında ilan edilen OHAL yüzünden acı çekenler bu yeni ittifakın umrunda bile değil.
(M)illet ittifakı
AKP döneminde zenginle yoksul arasındaki farkın açılmasına rağmen şimdiye kadar güçlü bir birleşik işçi sınıfı mücadelesi ortaya konulamadı. Bunun en önemli politik nedeni sınıfın ve ezilenlerin milliyetçilik ve laik cephecilik yüzünden sahte “mahalleler”e ayrılmasıdır. Bu, toplumsal muhalefeti Türk-Kürt, laik-mütedeyyin ayrımına uğratarak sınıf mücadelesini paralize ediyor. Önümüzdeki dönemi belirleyecek önemli faktörlerden birisi bu sahte ayrımlara karşı yürütülecek politik mücadeledir.
Buna karşın Türkiye’nin en büyük sol partisi olan CHP’nin Erdoğan ve benzerlerini güçlendirmekten başka bir şeye yaramayan bu ayrımları ortadan kaldırmak için uğraşmak bir yana onların çerçevesinde hareket etmesi, zayıf toplumsal muhalefeti daha da zayıflatıyor.
Erdoğan’a karşı kısa yollar icat etme uğraşısı, bizleri pür aritmetik hesaplara, beş benzemezi yan yana getirme çabalarının bataklığına saplıyor. Erdoğan’ı düşürmek için sağcılardan sağcı beğenir hale geldik. Meral Akşener, Abdullah Gül, Abdüllatif Şener vb. gibi isimlere umut bağlanması solu güçlendirmiyor. Kaldı ki 24 Haziran ve olası 8 Temmuz seçimlerinde belirleyici faktörlerden birisi olacak HDP’yi bir kenara bırakarak doğru düzgün oy alıp alamayacakları bile belli olmayan partilerle “Millet İttifakı” kurmak aymazlıktan başka bir şey değil. CHP yönetiminin milliyetçiliğe taviz vermesi (hatta bilfiil milliyetçilik yapması) sadece ve sadece Erdoğan gibilerinin işine yarar. CHP yönetiminin uzun yıllardır sağa kayarak sağ tabandan oy kapma uğraşısı eğer şimdiye kadar sonuç vermiş olsaydı CHP, bunu sağlamak için “uzun yıllardır” boşuna debelenip durmazdı.
Ayrıca Çözüm Süreci sırasında bu topraklarda artık silahların susacağı beklentisi toplumun çoğunluğunda bir umut yaratmıştı. “Masa”ya bir daha (ama bu sefer sağlamca ve sonuç almadan kalkmamak üzere) oturulması Türkiye politik hayatında barışa ve sosyal adalete doğru atılacak en önemli adım olacaktır. Bu değişikliğin en önemli muhataplarından birisi olacak olan HDP’nin daha baştan dışlanması politik olarak akıl karı değildir.
İşin pratik yanıysa aritmetik hesaplarla ilgili: HDP eğer baraj altında kalırsa Kürt illerindeki milletvekilleri büyük olasılıkla ve çoğunlukla AKP’ye geçecek. Bu, seçim sonrası AKP’nin yeterli meclis çoğunluğunu yakalaması olasılığını güçlendirir. Her ne kadar parlamentonun işlevleri şu an azaltılmış olsa da örneğin diyelim ki Erdoğan cumhurbaşkanı oldu, ama AKP-MHP meclis çoğunluğunu yakalayamadı. Meclis çoğunluğunun cumhurbaşkanını çalışamaz hale getirmesi mümkün. Ama bunun için HDP’nin barajı geçmesi şart. İşte CHP’nin ne kadar oy alacağı bile belli olmayan Akşener için HDP’yi dışlamasının böylesi ağır bir faturası olabilir. Üstelik Erdoğan’a karşı çok güvenilen Akşener’in güvenirliğinin kaynağını da anlamak mümkün değil. Zira “İYİ” Parti’nin içinden çıktığı MHP, “Gezi Koalisyonu” tartışmaları sırasında Erdoğan’a karşı göründüğünden birden demokrat sıfatı kazanıvermişti. Bunun sonucunu görüyoruz. Peki ya Akşener’in yarın bir gün tıpkı Bahçeli gibi Erdoğan’a (veya bir başka otoriter yönetime) biat etmeyeceğinin garantisi var mı? 7 Haziran seçimleri sırasında HDP’nin niyetini bol bol sorgulayan CHP yönetimi (HDP “seni başkan yaptırmayacağız” pozisyonu almasına rağmen inatla HDP’nin AKP’yle anlaşacağını iddia ediyorlardı) keşke aynı özeni Akşener için de gösterseydi!
Buna karşın hiç olmazsa sol lafını ağzına almaktan imtina etmeyen Muharrem İnce’nin cumhurbaşkanlığına aday gösterilmesi bile olumlu bulunur hale geldi. Gerçekten de Akşener-Gül-Şener isimlerinden sonra hiç olmazsa İnce’nin aday olması “ölümü gördük, vereme razıyız” halidir. Her ne kadar İnce milliyetçi olsa da (örneğin “Atatürk olmasaydı, hepinizin adı Yorgo olurdu” çıkışı hafızalarda hala tazedir) pragmatik nedenlerle de olsa HDP’li vekillerin dokunulmazlığının kaldırılmasına kendi partisinin yönetimine kafa tutarak karşı çıkması ve Demirtaş’ın cezaevinde oluşunu protesto ederek onu ziyaret etmesi önemli adımlardır.
Ne olursa olsun barış, bu yüzden HDP ve Demirtaş
Dünya ve Türkiye hızla ekonomik-politik krizlere doğru ilerliyor. Kapitalizm sert krizleri ancak silahla, savaşla aşabilen bir sistem. Bu yüzden önümüzdeki dönem hem Türkiye’de hem de dünyada belirleyici olacak mevzu egemenlerin savaş politikaları ve toplumsal muhalefetin buna vereceği cevaptır. Türk egemenlerinin silaha sarılmasında elbette Kürt sorunu baş neden. Ama aynı zamanda Ortadoğu’da zaten hazır bir Suriye iç savaşı sahnesi varken Trump yönetimi bir de buna İran konusunu da eklemeye çalışıyor. Velhasıl barut kokusu dört bir taraftan yükselmeye başladı.
2003’te 1 Mart tezkeresi meclise gelirken Irak’ın işgaline karşı yürütülen toplumsal mücadele tezkerenin meclisten geçmesini engelleyerek çok büyük bir başarıya imza atmıştı. O dönem farklı toplumsal kesimler, farklı gerekçelerle de olsa “savaşa hayır” noktasında birleşebilmişti. Fakat gerek 1 Mart’ın hemen sonrasında Irak’ta Savaşa Hayır Koalisyonu’nun dağılması, gerekse toplumsal düzlemdeki suni “mahalleler” ayrımı bir yandan neo-liberal AKP iktidarının sağlamlaşmasına zemin hazırlarken, öte yandan Türk egemenlerinin yeni savaş maceralarını durdurma şansını (en azından şimdiye kadar) elimizden aldı. Politik hayatta Türk-Kürt, laik-mütedeyyin, Alevi-Sünni ayrımına dayalı, suni “mahalleler”den çıkmadan ne Erdoğan’ı yaratan otoriter yoldan kurtulabiliriz ne de toplumsal barışı inşa edebiliriz.
Şimdiden cumhurbaşkanlığı seçimlerinin 2. tura kalma ihtimalleri tartışılıyor. Bu turda Erdoğan’ın karşısına çıkacak adayın toplumun geniş kesimlerine hitap edebilmesi şart. Bu konu Demirtaş’ın özel yeteneği olduğundan şansı çok yüksek olur (hem de ne güzel olur).
Erdoğan’ın karşısına İnce çıkarsa orada belirsizlikler başlıyor. Her ne kadar İnce şimdiye kadar topluma olumlu yönde mesajlar vermiş olsa da HDP’nin ittifaktan dışlanması Kürt seçmenlerin ve diğer toplumsal muhalefet kesimlerinin aklının bir köşesinde kalacaktır. İnce’nin seçimi kazanması için OHAL’i hemen kaldırmanın yanında Türkiye’nin içeride ve dışarıdaki savaş politikalarına derhal son vereceğini, Barış Masası’nın tekrar kurulacağını ve hapisteki politik mahkumların da serbest bırakılacağını beyan etmesi gerek. Bu mesajları net bir şekilde verecek mi; işte bu muamma.
Biz kesin olan şeye konsantre olalım: Tüm bu gerekçeler nedeniyle seçimlerde ne olursa olsun yapmamız gereken, savaş politikalarına karşı net duruşu sergileyen Demirtaş’ın ve HDP’nin gücüne güç katmaktır. Kaç turlu olursa olsun cumhurbaşkanı sandığından Demirtaş için, milletvekili sandığından HDP için çıkacak her fazladan yüzde 1, bize savaşa karşı barıştan ve demokrasiden yana toplumsal mücadeleyi inşa etmek için moral ve temel sağlayacaktır. Bu, AKP ve onu yaratan zihniyetin gerçekten durdurulabilmesi ve barış ve demokrasinin inşa edilebilmesi için şarttır.